26 Haziran 2012 Salı

ANONİM UYKULAR BUNLAR




Akşamüzeri tam karşıdan karşıya geçerken ışıklarda duruyorum. Herkes bana bakıyor. Ne var: Benim Mercedes marka bir arabam olamaz mı, altımda!?.. Belki de onu durdurup, siz insanların geçmesine yardımcı oluyorumdur.

Bu hikâyede ışık görevinde de bulanabilirdim fakat kiramı ödemedim. Arabamı satmaya gidiyorum belki. Kulübeyi de satabilirdim artık bi dahaki aya, kısmetse.  Neyse, kırmızıda durdum ve o da ne; bir kadın, pazardan geliyor olmalı… Elinde öyle bir araba var ki sanki düğün arabası. Yan tarafından yarım demet maydanoz sarkıyor. Eğer bir gün sünnet düğünümü yapmaya karar verirsem, ben de böyle bir araba kiralayıp sağlı sollu süsleyeceğim. Ayaklı yaz salatası kıvamında bir yaz düğünü.  Nerde görülmüş ama ben yaptım oldu.

Bakkal Hamdi'ye görünmeden karşıdan karşıya geçiyorum. Yine borcum var adama,  kadının arabası da bir yavaş bir yavaş ki sormayın;
“Bu modeller böyle” diyor.  
“Dizel mi abla?” diye soruyorum. 

Kaldırımda basıyor marşa fakat yine de gitmiyor. İtiyoruz beraber.  En yukarısında bir pazar poşetinin üzerinde parlak bir kâğıt; uzun, ince boyluca, dikkatimi çekiyor. Bana bir işaret veriyor olmalı.

Kâğıdı alıp cebime atıyorum. “Telefon numarası yazıyor” diye düşünerekten hafifçe selam verip uzaklaşıyorum. Kâğıdı çalmadım yani. O bana mesaj bırakmış olmalı. Mahallenin delileri gülüşüyor; “deli bunlar, deli.” Elim cebimde...

 Avucumda sımsıkı tutuyorum kâğıdı. Terden yazılar birbirine girmesin diye de ara sıra ağzıma götürüp hohluyorum. Define haritası bulmuştuk yan mahalleden Rıza Amcayla; doksan yaşında var yok, bu amca.  Anadolu'da meddahlık yapmış bir adam. Bir hikâyeler anlatıyor, inanamazsınız.  Kimse inanmıyor zaten. Selam veriyorum ona, bağırıyor ardımdan “pantolonumu getir” diyor.

Geçen bunu kafaya aldım; “terzi Rüstem'im ben, ver pantolonunu dikeyim” diye. Sokağın ortasında soydum, aldım pantolonu y‘allah kahvenin arkasından, tüydüm. Çırpı gibi bacaklarıyla kaldı mahallenin ortasında. Sonradan anlattılar meğer çok küfretmiş ardımdan,  rezil olmuşmuş Neriman Hanım’a.  “Neriman Hanım, senin neyine baksın bunak” diyemedimdi ona. 

Pazardan gelirken bir çocuk ağlıyor salya sümük, yanaşıyorum yanına;
“Elma şekeri almadılar mı sana?” diyorum. Kadın;
 “Allah cezanı vermesin be adam, nerden soktun onu da çocuğun aklına,” diyor.

Çocuk elma şekeri istemeye devam ediyor daha da çığırarak. Elimi cebimden hiç çıkarmadan sıvışıyorum oradan eve.  Kont Drakula kapıda; Minnoş aslında adı, bir kadın gezdirmem için vermişti bu beyaz köpeği ama zamanla karardığından onu evlatlık aldım. Kadın köpeğini tanımadı. Artık beraber yaşıyoruz.  Hatta beraber uyuyoruz hatta ‘uyuyamıyoruz’ demeliyim; biz uzun zamandır, uyumuyoruz.  Tam uykum geliyor uyuyacağım, Kont yerini yadırgıyor ve sabaha kadar havlamaya başlıyor. Sonra bütün gece kapı önünde oturup yıldızları dikizliyoruz.  Neyse giyinmeliyim. Bana verdiği kâğıttaki şifreyi çarçabuk çözüyorum. Önceden büyük adamlar, kadınlara kartlarını verirlerdi; arkasına da kurdele tarzı bir işaret atarlardı biliyorsundur.

Ama bu kadın bana ince uzun bir kâğıtta bütün olayın detayını anlatmış. Bilmem ne manavın önünde maydanoz, sarımsak ve salatalık… 5.90’da buluşacakmışız.

Yeni bir saat dilimi olmalı. Şifreli olaylar bunlar. Anonim şirketi var galiba. Her şey yazılı üzerinde.  Giyiniyorum hemen ve karşı bakkala gidiyorum. Jeton alıyorum, telefon kulübesinden, kâğıttaki numarayı arıyorum: “WİM* Üsküdar 1” diyor, evde de kendi aralarında şifreli konuşuyorlar sanırım;

“Tamam, ben geleceğim” diyerek, telefonu kapatıyorum. Ankesör, jetonumu geri vermeyince eve dönüyorum ve Kont Drakula ile dedemden kalan köstekli saate bakarak azıcık uzanıyorum. Tam bir haftadır yarım yamalak uyuduğumdan gözlerimi saatten ayırmıyorum. Maazallah uyuya kalırsam buluşamam o kadınla sonra üzülür.  Zaten zar zor anlaşıyoruz.
Kalkıp tıraş olmaya karar veriyorum ama evde de tıraş bıçağı yok. En son elma soymuştum, jilet körelmişti tabi. Sonrasında Kont jileti ne yaptı, hatırlamıyorum yerini,  hemen köşedeki bakkala yeniden gidiyorum. İçeri girdiğimde ‘gong’ sesine dönüyorum ki saat beş buçuk; “hemen gitmeliyim” diye çıkıyorum bakkaldan.

Kâğıdı alıp adrese koşuyorum. Koyu mavi kapıyı açıp giriyorum. Yeldeğirmenlerinin soğuğu vuruyor yüzüme. Üşüyorum,  gözlerim takılıyor yüzümde gözüme,  süt ürünleri tezgâhında her yerde ayna. Aynalar da ne kadar kirli yoksa benim üstüm başım temiz, ben temiz adamım yani aynalar kirli olduğundan kirli gösteriyor ceket pantolon takımımı. Ben bunlara kafa yoracak adam değilim. Önceden böyle miydi pazarlar? Her şey bir bir paketsiz seçmeceydi.  Kâğıdı, kendi kendine yürüyen bir bandın üzerine bırakıyorum. “O güzel yüzlü kadın, yürüyen bandın üzerinden bana yürüse…” diye hayal ederken, bant duruyor ve kadın soruyor;  “İade mi var amca?” 
“Yok” diyorum;
“İade mi var amca, ne değiştireceksin? Dışarıdaki köpek senin mi, müşteriler korkudan geçemiyor. Al onu oradan,” diyor.
“Geç mi kaldım?” dediğimdeyse;
“Sıradaki” diyor;
“Zaten benim böyle suratsız, hiç gülümsemeyen, önüne gelene telefon numarası adres veren bir kadınla işim olmaz. Merlin’in orospu galaksisinden gelen kadınlar bile böyle şeyler yapmıyor. Bizler, namuslu fakir adamlarız. Kararını değiştirirsen göz kırp bana. Ben yine gelirim…” diyorum. Kimse cevap vermiyor.
Kapıdan tam çıkmak üzereyken;
“Fişini unuttun, amca!..” diyor;
“Beni Drakula ile yalnız bırakın” diyorum.

Usul usul yürüyoruz evimize. Arada bir havlıyor, “neler oldu” der gibi, anlatıyorum.
Onay veriyor kararlarıma, üzerine salyalar akıtıyor.
Günlerin yorgunluğunu ve uykusuzluğunu atmak için, hemen yatağımıza uzanıyoruz.


ŞemsAzure

                                                                         ŞemsAzure