16 Mayıs 2013 Perşembe

İÇİNDEN GİTMEK


   Yatağın üstüne yığdığı öteberiye baktı. Tonlarca ıvır zıvır. Tüm bunları sığdırabileceği bir bavul bulabilecek miydi? Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Her şeyi almak zorunda mıydı? Bu konuda kararsızdı. Kocaman bir çöp torbası bulup, hepsini içine tıkarak en yakın çöp bidonuna koşmakla; bir dolu anıyı barındıran bu çer çöpü yanında sürüklemek arasında ikircikli, öylece bakıyordu. Gözü kitaplara takıldı. Gülümsedi. Uzanıp birini aldı, ilk olandı bu. Melekler Zamanı. Geçen kıştı, epeyce ılık bir kış geçiriyorlardı. Kentteki insanların sabırsızlıkla alışık oldukları soğukları, karı ve yağmurları bekledikleri günlerdi. Ne var ki, tek damla yağmur yağmadığı gibi neredeyse baharı yaşıyorlardı. Bu durum hemen hemen kimseyi mutlu etmiyordu, tüm kent yaz aylarında karşı karşıya kalacakları kuraklıktan, susuzluktan endişe ediyordu. Kuraklık ve susuzluk kimilerinin umurunda değildi;  tabii bunlar küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı. Kahvehanelerin, kafelerin bahçelerinde üşüme kaygısı duymadan, çaylarını yudumlayarak sohbet etmenin tadını çıkarıyordu söz konusu kaygısız grup. Özellikle öğle saatlerinde güneşin sırtınızı ısıttığı o şanslı anlarda hemen hemen boş bir kahvehanenin ön bahçesinde az şekerli, bol köpüklü kahvesini yudumlarken oturup gelen geçen insanları izlemek onun için de bir keyifti o günlerde. Daha önceleri kahvesini içerken sokağa, insanlara bakardı gerçekten. Son günlerde ise yine sokağa bakıyor ama sırtını değil yüzünü güneşe vererek yaşadığı o mucizeyi düşünüyordu. Mutluluğu ve aşkı. Kitabı adama aldığı gün de böyle ılık ve güzel bir şubat öğle sonrasıydı. “Hastayım, sev beni” diye yazmıştı adam gönderdiği elektronik postaya. Birini sevdiğini göstermenin yolu, onunla sevdiğin bir varlığı paylaşmaktır, diye düşünmüş ve kitabı satın almıştı onun için. Sonradan adam romanı hiç beğenmediğini söyleyip, hatta yazar, en sevdiği yazarlardan biriydi, hakkında olumsuz yorumlar yaptığında, nasıl bozulduğunu anımsıyor şimdi. Komik olan, daha sonra ona başka kitaplar da almış; onların da beğenilmemesi karşısında şaşırıp kalmış olmasıydı. “ Ne kitapları ne de kendimi beğendirebildim ona” diye düşünerek gülümsedi yine. Acıydı gülüşü ama yine de gülüştü işte. Bütün bunları ne yapmalı sorusu aklında yatağa bakmayı sürdürüyordu bir yandan da. Bahar temizliği? Kışın ortasında?

    Aylar önce yapılmalıydı bu “ bahar temizliği” belki de. Hazır hissetmemişti kendini ya, o kadar nesneyi yanında sürükleyip durmak da zor olmuştu. Kurumuş kasımpatılarına baktı. En çok canını yakan onlardı işte. Şu küçücük, rengi solmuş, kurumuş çiçeklere bakan herhangi biri, suçu görebilir miydi? O devasa kabahati. Ne kadar da masum görünüyorlar. Oysa değiller, yeminle değiller. Bir grup masum görünüşlü işkenceci onlar.

Bir gün her şeyin yoluna gireceğini kendime anımsattığım her seferinde; içimde bir şey bu çocuksu yalana alayla gülümsüyor. Bu beyaz yalanın naifliği ve umuda sarılışındaki iyi niyetin farkında olmalı, bundan ki yüzüme vurmuyor. Minnettarım, minnettarım... Olabildiğince minnettarım.

Saatlerce aynanın karşısında gözlerime baktığımı bir tek o biliyor olmalı. Alaylı gülüşü bundan belki. “ gözlerini seviyorum.” Neye bakıyorum? Aynada “ gözlerini seviyorum” u aradığımın da farkındadır o. Gülüşünün bunca acıtıyor olmasının başka nedeni olabilir mi?

Bir akşamüstü anımsıyorum ve bir köprü üstünü. Kıyıda köşede kalmış bir kafeterya, ara sokaklar, bir fincan sıcak çikolata ve bir bardak demli çay. En çok gecenin sabaha yaklaşan saatleri ve sevilmemeyi anlamaya çalışan isyankar bir kadın görüntüsü bölüyor kendime anımsama izni verdiklerimin akışını.  Bunların tümünü unutmak isterdim, yok etmek, yok saymak, hiç olmamış gibi küçük mutlu dünyama hasarsız geri dönebilmek. Ama en çok içimi oyan, acıyı fizikselleştirişine hayretle bakakaldığım “hasret” i silmek isterdim. Duyuların belleğinden hiç söz etmeyelim... O kokudan örneğin; bir bedenden diğerine kayan vanilya kokusunun büyüsünü ise anmasak da olur. Anmayalım, anımsamayalım diyebilelim; diyebilmekten daha kolay olsun yapabilmek.

(ah kasımpatı! Ah kasımpatı, oyunbozan kasımpatı, içten pazarlıklı kasımpatı...ah kasımpatı! )

Evet, verebileceğim tavizler var. Gecenin bir yarısı, bir otomobilin içinde kaybolan ruhum dönmese de olur.

( Dönmesen de olur kasımpatı )

    İçinde ruhunu kaybettiği otomobile bakıyor şimdi. Gözleri dolu, göz pınarına biriken yaşlar görüşünü engelliyor. O uzak anı. O başlangıç noktası. Ilık geçecek kışın hemen öncesi, yazı andıran o şaşkın sonbahardı. Gece yarısını çoktan geçmişti saat ama yine de hava ılıktı. Bacakları titreyerek otomobile doğru yürüyüşünü anımsıyor. Başına geleceklerden habersiz, tuhaf bir heyecan ve birkaç saat önce içtiği votkanın tadı ağzında ona doğru yürüyor. Henüz güçlü ve güvenli. Az sonra tüm barikatlarını terk edeceği, elleri havada teslim olacağını bilmiyor. İçi rahat, belki de votkanın etkisiyle keyifli olduğu bile söylenebilir.

    Otomobile binmesiyle hikâye başlıyor:

    Adamın yanına oturduğu andan itibaren bütün keyfi ve rahatı kaçıyor. Zihninde tehlike çanları. Sakinliğini koruyor yine de, gülümsüyor suya sabuna dokunmayan konulardan söz ederlerken. Ne konuştuklarını anımsamıyor şimdi, ama yarım saat kadar yan yana oturduklarından ve kişisel konulara girmeden konuştuklarından emin gibi. Gitme vakti geldiğinde, bunu yapmak istemediğini fark ediyor şaşırarak. Kalmak için bir gerekçe bulamıyor, belki aramıyor da o kadar şaşırmış ki kendine, konuşmayı uzatacak herhangi bir konu aklına gelmiyor. Adamın yüzü ifadesiz, ne düşündüğünü anlamak olanaklı değil. Yan gözle profiline bakarken onun aklından geçenlerden çok, yüzünün ve ellerinin güzelliğini düşündüğünü fark ediyor, utançla başını yan tarafa çeviriyor. Vedalaşıyorlar. Otomobilden inip birkaç adım atıyor, arkasına dönüp adama hoşça kal işareti yapmak istiyor. O anda çalmaya başlayan cep telefonuna  şaşkınlıkla bakakalıyor. O arıyor. Birkaç adım uzağından o arıyor. Titreyen elleri, telefonu nasıl ulaştırdı kulağına, şimdi bilmiyor. Tek bir sözcük duyuyor. O inanılmaz emir sözcüğünü.

    “ Gel! “ 

     Daha ön koltuğa oturmadan atılıyorlar birbirlerine. Adamın dudaklarının tadı başını döndürüyor. Midesine sert bir yumruk yemiş gibi sarsılmış ama yine de öpüyor onu. Öpüyor, öpüyor… Burnunu boynuna gömüyor sonra, kokusunu içine çekiyor. İşte ruhunu o an kaybediyor. Bu kocaman, ruh katili otomobili nereye sığdırabilir şimdi?

     Bunu daha fazla yapamaz, biliyor. Yapmamalı da. Yatağın üstüne sıkıntısı daha da ağırlaşmış bir ifadeyle bakıyor. Yazdığı mektuplara, küçük hikâyelere, anı kırıntılarına. Bunları taşımayacak artık; kararlı. Bulabileceği en büyük çöp torbasını arıyor zihnindeki depoda. Her şeyi bir bir yerleştiriyor içine. Aklına o dize gelince gülüyor elinde olmadan. “ dünya benden gidenleri nerene sokacaksın şimdi?”  torba dolmak üzere. Tek bir şey kaldı orada olması gereken. Torbanın ağzını açabileceği kadar açıyor, eteklerini yukarı sıyırıp içine dalıveriyor. Ağzını sımsıkı, bir daha açılamayacak kadar sıkı bağlayıp içerden, bir köşede durup çöpçüyü beklemeye başlıyor. Çok gecikmez değil mi, diye soruyor kendi kendine. Bu son sözü oluyor.

Lila Gam