21 Mayıs 2013 Salı

BAŞKALARININ DÜŞÜŞÜ…


Dokunsalar ağlayacak gibiydi, yüzüne bakmış olsaydınız kolayca görebilirdiniz bunu. Ama bakmadınız, başınızla belli belirsiz bir selam verip, yanından geçip gittiniz. Arkanızdan mahzun baktı, haberiniz olmadı. Oturduğu sandalyeden kalkıp gitmesi gerektiğini düşünüyordu, biraz yürürsem açılırım, diyordu belki de kendi kendine. Kalkmadı ve çay istedi. Bir bardak demli çay, iki şekerli köpüklü kahvenin yerini tutabilir mi, a şaşkın çocuk? Çayı getiren garsona teşekkür etmedi, şekerleri atıp ağır ağır karıştırırken gittiğiniz yöne bakıyordu.

(düştüğümde asla ağlamam)

O güneşli yaz bitimi öğle sonrasında, karşısındaki masada oturmuş onu izliyordum. Bu kahveye gelen hemen herkesi tanırım, en azından göz aşinalığı vardır. İlk bakışta kırgınlığı ve mahzunluğu kolayca fark edilebilen bu çocuğu da tanıyordum elbette. Sizi? Sizi kim tanımaz? Ama bırakalım sizi şimdi bir yana, nasılsa başınızla gönülsüz bir selam verip gittiniz. Bu çocuk, diyordum, onu defalarca burada gülerken, konuşurken ya da arkadaşlarıyla şakalaşırken görmüştüm. Belirgin bir farklılığı yoktu, buraya gelip giden diğer insanlardan; ondandır ki diğerleriyle ilgilendiğim ve ilgilenmediğim kadar ilgiliydim onunla. İnsanları sezdirmeden izlemeyi, hayatları hakkında küçük tahminlerde bulunmayı sevdiğimi bilirsiniz. Kendi halinde küçük bir eğlence, demiştiniz bir keresinde buna. Hakkında tahminlerde bulunduğum kişileri yakından tanıma olanağı bulabilirsem tahminlerimin isabetini ölçme hevesi taşıdığımı da bilirsiniz, bir de isabet konusunda ne denli yeteneksiz olduğumu da. Bu çocuk üzerine hiç düşünmemiştim. Sıra mı gelmedi yoksa onu yeterince renkli mi bulmadım, emin olamıyorum. O gün çocuğu önemli kılanın ne olduğundan hala emin değilim. Orada öylece oturuyor oluşundaki elle tutulmaz ağırlıktı belki bakışlarımın ona kilitlenmesine neden, ya da gelişi güzel selamınızın arkasında yatan hikâyenin kokusunu almamdı daha çok.

( gerçek bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam)

Ne yapmış olabilirdiniz bu çocuğa ardınızdan bu denli üzgün baktıracak? Ve ben niçin, bir bardak demli çayın, iki şekerli köpüklü bir kahvenin yerini tutamayacağını düşünmüştüm durup dururken? İlk anda aklıma gelen sorulardı bunlar, cevabı kendi kendime bulmak zorunda olduğum sorularım. Eğlenceli oyunumun ilk adımları. Siz ve o, birbiriyle ilişkisi olabilecek insanlara pek benzemiyordunuz. Ama durun bakalım, daha yolun başındayız, neler bulabileceğimi; bulamasam da kurgulayabileceğimi kim bilebilir ki? Bu delikanlı genç ve güzel bir kadının arkasından öyle bakmış olsaydı, işim kolay olurdu ya da siz, yaşını başını almış siz, bu delikanlının ardından anımsamanın ve unutmanın yılgınlığıyla bakabilirdiniz; bunu da anlayabilir ve üzerinde durmazdım. Bakabileceğim tek yere baktım: çocuğun gözlerine…

( yara bakıştaki can kırığıdır, siz ışık sanırsınız)

Çocuğun gözlerine bakar bakmaz, bir yazarın ‘göz ruhun güzellik merkezidir’ saptaması düştü aklıma. Hikâyenin orada boylu boyunca serili oluşunu ilk anda göremeyişimin nedeni zihnimi bulandıran o yazarı anımsamamdı. Evinizin geniş ve tüm öğle sonraları güneş içindeki salonunu görür görmez tanıdım elbette. Mobilyalarının, satmamış kitaplarınızdan yapılmış paketlerden ibaret olduğu o salonu kim hatırlamaz? İşte elinizde iki kahve fincanı ile giriyorsunuz o salona. Çocuk kitap paketlerinden türetilmiş tabureden bakıyor elinizde kahvelerle içeri girişinize. Uzattığınız kahveyi alırken ellerinin hafifçe titrediğini görüyor, bıyık altından gülüyorsunuz. Gök mavisi gözlerinize ulaşmıyor o gülüş, gülüşlerinizi saklamayı daima iyi becerirsiniz.

( kimi mektuplar gönderilmemeli adresine, yazılmalı ama… mutlaka.)

Titreyen elleri yüzünden fincanı dudaklarına ulaştırmayı başaramayacağını biliyor çocuk. Elinde fincanla öyle oturuyor pencere önüne yerleştirilmiş kitap paketinin üzerinde. Siz paketlerden yaptığınız kanepedesiniz. Sessizlik daha ne kadar büyüyebilir ki merakına şükrediyor dikkatini sizden koparabildiği için. O sırada mektuptan söz açıyorsunuz.  Anlatımın güçlü, diyorsunuz. Çocuk kızarıyor. Sözü ifaden, diyorsunuz yüz ifaden gibi güzel. Çocukta bir telaş, gözleri neredeyse nemli. Hoşnutsunuz. Fincanı yanınıza bırakıyor ve çocuğa yaklaşıyorsunuz. Elinizi uzatıp saçlarına dokunuyorsunuz. Başını hareket ettirerek dokunuşu okşamaya çevirmeye çalışıyor çocuk beceriksizce. Dudaklarınız dudaklarına temas ettiğinde ise düş görmekte olduğundan kuşkusu yok.

( teni, ruh sananın düştüğü yüksekliği ölçmenin birimi bulunmamalı asla)

Çocuğun gözlerinde okuduğum hikâyenin gerisini tamı tamına biliyordum. Tahmin etmek zor değildi. Onu öperek gönderişinizin üzerinden geçen aylar boyunca, her karşılaşmanızda başınızla verdiğiniz belli belirsiz selamın ve uzaklaşmanın düştüğünde asla ağlamamayı öğrenecek yaralı çocuklar yaratmadaki rolünü en başından fark edememek bana dair kusurdu. Affediniz.

( düştüğümde asla ağlamam, gerçek bir yaranın iyileşebilirliğine inanmam. Hiç.)

Oturduğum yerden kalkıp çocuğun yanına gittim. Boş mu, diye sordum karşısındaki sandalyeyi işaret ederek. Buyurun, dedi belirgin bir şaşkınlıkla. Oturdum, başımı hafifçe çay ocağına doğru çevirip içeri seslendim: bize iki kahve. İki şekerli ve bol köpüklü olsun.

Üçrenk Kırmızı