1 Şubat 2013 Cuma

TAŞKIRANGİLLERDEN BİR AĞAÇÇIK



Bahçe duvarının ardından kaldırıma sarkmış turuncu begonvillerin altından geçerken fark ettim onu. Aynı kaldırımdaydık. Bana doğru ilerleyip bir gölge gibi geçip gitti yanımdan.

Eve varınca bir çay demleyeyim,’ diye düşündüm.

Dalları hâlâ çiçeksizdi…

Acı mı acı Ağaççık’ın ışığa değil de, karanlığa uzanan dallarında çiçekler nasıl açsın ki? Kristal bir kibirle dondurduğu yüreğini buzdan bir zırha hapsetmişken hiç şansı yoktu.

Istırap karşısında güçlü görünmenin, sağlam kişiliğin en önemli kanıtı olduğuna inanırdı Ağaççık. O kaskatı duruşunun, insanlara sadaka falakası atmak için yaptığı iyiliklerin (!) egonun en pis kokusundan başka bir şey olmayan o kibirden kaynaklandığını fark edememesi de bir başka talihsizlikti.

“Para, insanın yürüyüşünü bile değiştirir!”

Övünürdü sahip olduğu o pis kâğıt parçalarıyla. Oysa onca malına rağmen hâlâ kambur yürüyordu. Hakedilmemiş kazançların ağırlığı mıydı, taşıyamadığı? Kendisine miras kalan o zenginliğin alın teriyle kazanılmadığını o da biliyordu. Yine de pasaklı parayla böbürlenmekten geri kalmazdı. Onun için yalnızca bir intikam aracı mıydı para? Sanmıyorum, basbayağı seviyordu parayı.

“Aç köpeklere yiyecek atar gibi, kapı aralığından fırlattım paketi önlerine. Yüzlerine bile bakmadan hem de. Biliyor musun, en ucuzundan alıyorum peyniri, zeytini. Zıkkımın pekini yesinler!

Nefretimi doyasıya yaşamak için tepiyorum onca yolu. Yiyecek paketlerine yüklediğim kinimi, kapı aralığından öfkeyle kusmak için!

Koştura koştura, büyük bir zevkle gidiyorum sadaka falakasına.

İhtiyarların ayak uçlarına düşen paketleri yerden toplayışlarını izleyip ‘köpekler!’ diyorum içimden, ‘zehir zıkkım olsun!’

Ölüm neden beni seçti?”

Ağaççık, esrik bir edayla bunları anlattığında ürpermiştim. Artık emindim, en ürktüğüm canlı türlerinden birine dönüşüyordu hızla.

“Kin ve nefretle yaşayabiliyorum ancak!”

Oysa burnunun dibindekiler de acı çekiyordu.

“Benimki daha gerçek!” diyerek ıstırabları da yarıştırırdı Ağaççık. Doğuştan rekabetçiydi.

Bu yokedilesi, yerle bir edilesi düzenin perperişan ettiği insanları görmezden gelerek, “Neden ben?” sorusuna yanıt arayıp duruyor, gitgide büyüyen nefreti ve o taş çatlatan donukluğuyla kendisine destek olmaya çalışanların burnundan getiriyordu.

Yaşayan her şeye kin duyan Ağaççık, yaşamı güzelleştirmek için uğraşanları da sevmiyordu. Yaşamak bir suçtu onun gözünde. Zulmüne usturup katmaktan başka bir işe yaramayan zaman bile çaresizdi onun karşısında.

Ağaççık’ın yaptığı zulmü ona anlatmaya çalışıyordum. Ama ne yazık ki havaya sıçradığı an sönen kıvılcımlardan farkı yoktu sözlerimin. İşkence devam ediyordu. Sonunda karar verdim. O zehirli kibrinin onu dikenli bir çarmıha nasıl gerdiğini açık açık anlatacaktım. Anlattım da.

Hiç tepki vermeden dinledi beni. Tek bir sözcük bile çıkmadı ağzından.

Sen misin, kraliçe çıplak, diyen?

Canımın yakılacağı günün - daha önce de denemişti, ama susmuş, yanıt vermemiştim - çok yakın olduğunu o buz sarkıtı bakışlarından anladım.

Ağaççık’ın nefretini öfkeyle demlediği bir akşam, sıra bana da geldi. Telefon çaldığında masa başında çalışıyordum. Gidip açtım. Sert ve buyurgan bir ses titredi ahizenin ucunda.

“Palyaçoluk yapmaya gelecek misin bize? Hadi, bekliyoruz!”

Şaşırmadım. Soytarı kim, soytarılık ne, sormadım bile. Usulca kapattım telefonu.

Ve kibir, o talihsiz Ağaççık’ı yerden yere vururken, acısını bile insanca yaşamasına izin vermiyordu.

Gamzeli bir ışık gibi göğe ağan o güzel çocuğun gülüşünü düşündüm. Ve onun anısına son kez konuştum Ağaççık’la.

Çok söylemedim, birkaç cümle…

Sonra neler mi oldu? Görmezden, duymazdan geldiğim; öykümüzde yeri olmayan nobranlıklar…

Yürüyüşe çıktığım bazı günler - bugün olduğu gibi - Taşkırangillerden bir Ağaççık’la yolumuz kesişiyor. O, başını öteye çevirip geçiyor yanımdan, bense ‘eve varınca bir çay demleyeyim,’ diye düşünüyorum hep.

Sağır Renk

                                                                  Migle Kosinskaite