12 Nisan 2012 Perşembe

TANRI VE ONUN SİYAH CAM KAFESİ

Yerde duran mumun aydınlattığı kadar görebiliyorum etrafımı. Sadece görmek için olsaydı eğer, gerek bile olmazdı muma aslında. Çünkü yıllardır yaşadığım bu odanın her santimetrekaresini ezbere biliyordum zaten. Sağımda duran dört kapılı gardırop, solumda duran beş çekmeceli etajer, karşımda tüm cansızlığıyla uzanan yatak, arkamda en değerlilerimi koruma görevini üstlenen çalışma masam ile dolabım ve üzerinde mumla birlikte durduğum, odamın çıplaklığını gizlememde yardımcı olan halı… Her şey çok ama çok tanıdık. Onlar benim, ben de onlarınım.

Başımı çevirip aynada loş ışığın aydınlattığı yüzüme bakıyorum. Yeşil gözlerim, her zamanki gibi yine kendi ışıklarını yayarak; bir yudum zehri andırıyorlar, inkâr edemeyeceğim bir gerçeklikle, onlara âşık olduğumu hissediyorum. Kendime bakmayı bırakıp, üç adım ilerleyerek, üzerinde, hiçbir zaman geri alamayacağım, kimsenin de geri veremeyeceğini bildiğim çocukluğumun, son izlerini taşıyan fotoğrafımın durduğu komodinimin önüne geliyorum. Birinci çekmeceyi açarak, elime gelen ilk çubuğu, onu incitmek istemiyormuşum gibi kibarca alıyorum. Elime aldığımın, hangisi olduğunun bir önemi yoktu, çünkü hepsi aynı amaca hizmet ediyordu zaten. Yerde duran mumun önünde eğilerek ateşe tutuyorum tütsüyü. Oluşan yeni ateşte bir an için yüzümü görüyorum. Üfleyerek söndürüyorum ateşi hemen. Yasaklı bir şeyi serbest bırakmışım gibi, keskin bir koku sarıyor etrafımı, hızlıca halkalar halinde. Birkaç saniye geçtikten sonra toplayabiliyorum kendimi. Elimde tuttuğum tütsüyle, havaya daireler ve hiç bilmediğim şekiller çizerken, mumun etrafında ve bütün odada hiçbir kategoriye girmeyecek şekilde dans ediyorum.

Burun deliklerimden girip ciğerlerime sızan her duman parçasıyla, geçen her saniye biraz daha canlı hissederken kendimi, odamın kapısına, ardından da pencereme barikatlar ördüğümü imajine ediyorum elimdekiyle. Zihnim, daha önce hiç duymadığım notalardan müzikler doğurarak eşlik ediyor farkında olmadan bir ritim yakaladığım dansıma. Bilinçsizce yaptığım her hareketle, daha fazla hissediyorum bedenimden giden ağırlığı, yerine gelen karşı konulmaz hafifliği ve enerjiyi. Fısıltıyla konuşuyorum sonra:
           
           ‘’İçimde olanla arındırıyorum, sonsuzluğa açılan sonluyu
            Kötüyü kovmak için çağırıyorum iyi olan ince ruhluyu
            Yol göstersin bize etrafımızdaki bu beyaz buğu
            Ne zaman olacaksa o zaman hazırım, önemli değil yavaşı veya çabuğu.’’
Fısıltımı, tanımına tezat oluşturacak şekilde, sesimi yükselterek bitirirken, dansımı da eş zamanda noktalıyorum. Benimle birlikte havada dans eden tütsüyü göğüs hizama getirirken, iki elimle tutuyor ve bir süre dumanların yüzümü okşamasına izin veriyorum.
Mum önümde kalacak şekilde bağdaş kurarak oturuyorum aynanın karşısına sonra.

Birkaç dakika sadece aynadaki aksimi izliyorum. O, saatlermiş gibi geçen dakikaların ardından, derin nefesler alarak kapatıyorum gözlerimi. Her bir nefesi yavaşça on beş saniyede burnumdan alırken, ağzımdan çıkartacağım her bir nefesi de sekiz saniyede veriyorum. Bedenimin uyuyan yerleri canlanmaya başlarken,  hızlıca bir şeyler geziyor içimde. Başımdan ayaklarıma, karnımdan göğsüme, belimden bütün omuriliğime…
Karnımdaki karıncalanmalar şiddetlice, ben buradayım derken, bütün ağrıları bir kenara bırakarak odaklanmam gerektiğini biliyorum. Derin bir nefes daha alıp, enerji dalgasının bütün vücuduma rahatlama hissini yaymasına izin veriyorum. Sadece kalp atışlarımı dinleyip, hiçbir şey düşünmezken, günün yaşanmışlıkları akıp gidiyor gözlerimin önünden. Konuşmuyorum hiçbiriyle. Bedenimin uyuşmaya başladığını, zihnimin ise zincirlerinden kurtulmaya çalıştığını büyük bir hoşnutluk içinde seziyorum.
   
Aniden her şey duruyor. Ne kalp atışlarımın ne de nefeslerimin sesi tırmalıyor kulaklarımı. Ne günün yaşanmışlıkları oyalıyor gözlerimi ne de başka herhangi bir şey. Korkuyorum, ama gözlerimi açmak istemiyorum. Sonra, duygularım da yok oluyor ve artık korkmuyorum. Kısa bir süre sonra gözlerimi meşgul edenler, verdikleri moladan dönerek sadece bugünün değil, bütün hayatımın yaşanmışlıklarına dönüşüyorlar. Böyle bir şeyi ölmeden önce yaşadığım için seviniyorum doğrusu.
    
Her bir günüm gerçekten birer film şeridi gibi her iki yanımdan da geçip giderken, onlara uzanma dürtüme engel olmaya çalışıyorum. Siyah camlardan yapılmış bir odanın önüne geldiğim zaman anlıyorum aniden hareket edenin ben olduğumu. Çıplak ayak bastığım yer, beyaz bir renge sahip iken karşıma çıkan oda, o beyazlığa sürülmüş kara bir leke gibi duruyor adeta. Acele etmeden yavaşça yaklaşıyorum camdan odaya. Tereddüt etmeden, içeriye girebilmek için bir kapı arıyorum. Kapı kolunun olması gereken yerde bir boşluk görüyorum, ama arkası karanlık bir boşluk. Elimi o boşluğa sokup şansımı deneyerek açıyorum kapıyı.  Alevler içinde yanan bir oda çıkıyor karşıma.

İçeriye girebilmem mümkün değil ama alevlerin es geçtiği yerde, odanın tam ortasında birisinin durduğunu görebiliyorum. Sırtı bana dönük olduğu için kim olduğunu seçemiyorum. Yavaşça bana dönmeye başladığında, orda duranın ben olduğumu görerek irkiliyorum. Hislerimin geri dönmesi kötü olmuştu, çünkü korkmaya başlıyordum. Karşımdaki Ben, dik dik bakıyor bana. Gözlerinde gördüğüm, asıl bende gördüklerimden farklı. Tüylerimi diken diken ediyor. Hızlıca kapatıyorum kapıyı hemen sonra. Gözlerimi açtığımda odamda yerde otururken buluyorum kendimi ve rahatlıyorum. Bacaklarım gerçekten uyuşmuş. Ellerimle bacaklarımı destekleyerek yavaşça ayağa kalkmaya başlıyorum.
Ters giden bir şeylerin olduğunu, aynaya bakınca anlıyorum. Ayakta olmama rağmen, aynadaki Ben hala olduğu yerde oturuyor.
Gerçek korkunun ne demek olduğunu anlamaya başladığım o sıralarda, aşırı atmasından dolayı infilak etmesinden gerçekten endişe duyduğum bir de kalbim vardı düşünmem gereken.
Ben ayakta öylece aynadaki Ben’e bakarken o, gözlerini açıp, ayağa kalkıyor tek bir hareketle. Bana, yine o korkunç bakışlarından birini atarken, tek elini bana doğru uzatıyor. Bana doğru attığı her adımda, durgun bir suya taş atıldığı andaki gibi dalgalanmaya başlıyor baktığım ayna. Bu aynanın bu kadar sıra dayanamayacağını bilmem gerekirdi diye saçma bir düşünceyle oyalarken kendimi, o bir tanrı gibi yükseliyor odamda.
O bana doğru geldikçe ben de geriye doğru çekiliyorum. Ta ki arkamdaki etajere çarpıp, gidecek bir yerim olmadığını anlayana kadar. Bakışlarına birde gülümsemesini ekleyerek konuşuyor benimle:
‘’Bir merhaba demek yok mu?’’
‘’Tanımadığım şeylere merhaba demek gibi bir alışkanlığım yok.’’diyerek birkaç adım atıyorum, korkmadığımı sansın diye.
Alaycı bir surat ifadesi eşlik ederken gülümsemesine, sakin adımlarla geçiyor arkama. Bir elini karnıma koyup beni kendine sert bir şekilde çekerken, diğer elini boğazımın hemen altına koyarak kafalarımızın yan yana durmasını ve aynaya bakmamı sağlıyor. Ne düşüneceğimi bilmiyorum.

‘’Orda gördüklerine iyi bak. Emin ol beni her şeyden çok daha iyi tanıyorsun.’’
Sesi tehditkâr, boynumu gıdıklayan nefesi ılıktı. Aynı zamanda da haklıydı. Kendimi tanımamamın imkânı var mıydı?
‘’Evet. Seni tanıyorum ama hiç tanımamış olmayı isterdim.’’
‘’Ah! Kalbimi kırıyorsun.’’
‘’Benimkinin kırılmasına çok sebep oldun zamanında.’’
‘’Ödeştik mi?’’
‘’Asla.’’
Yanağını yanağıma sürterek devam ediyor konuşmaya:
‘’Beni hiçbir zaman kabul etmek istemedin.’’ Sesi giderek fısıltı halini alıyor son kelimeleri söylerken. Konuşurken tişörtümden aşağıya doğru üflediği nefesi, dizlerimin bağının çözülmesine yetiyor. Karnımda olan elini daha da sıkılaştırıp kendine bastırarak ayakta tutuyor beni.
‘’Senin de beni istediğini, derinlerde hep bunu arzuladığını biliyorum.’’diyor bana.
‘’Bu hiçbir zaman benim arzum olmadı.’’diye karşı çıkıyorum.
Bedenimi sardığı kollarını gevşeterek bırakıyor beni. Bırakmasını hiç istemiyorum. Karşıma geçip beni süzüyor. Aynada gördüğüm benden daha güzel ve daha büyük olduğunu kabul etmek zorundayım. Benden daha güçlü olduğunu ise her şeyimle hissediyorum. Kendine daveti şarap içme davetine benziyor. Sıcak ve tutkulu…
‘’Hayvanı kafese kapatırsan, kızar. Hem de çok. “Bunu biliyor muydun?’’diye soruyor bana.
‘’Kızmasının yanında güçleneceğini de bilmiyordum.’’diye cevap veriyorum sorusuna.
‘’Hissediyorsun değil mi bunu?’’elimi alıp kalbinin üstüne koyuyor.
‘’İliklerime kadar.’’diyorum birden istemsizce. Beni etkisi altına almaya çalıştığını anladığımda, ipin ucunu çoktan kaçırdığımı biliyordum;
‘’Neden bana bunu yaptın?’’diyor.
‘’Yapmak zorundaydım.’’
‘’O siyah cam kafeste neler yaşadığımı tahmin bile edemezsin.’’
‘’Kendi sonunu kendin hazırladın.’’
‘’Ağzımdan o kelimelerin hiç dökülmemiş olmasını dilerdim.’’
‘’Özür dilerim.’’
‘’Hayır. Dilemezsin. Sen sadece, beni o ateşlerin içerisinde sonsuza kadar tutabilmeyi dilersin.’’
‘’Hayatıma sensiz devam etmem gerektiğinin farkındaydım.’’
‘’Hayatının yolunda gittiğinden emin değilim. Acı çekiyor gibisin?’’
‘’Hayat, senin onu yaptığın şeydir ve bilirsin, öldürmeyen acı güçlendirir, derler.’’
‘’Kimden öğreniyorsun sen böyle cümleleri. Saf olma. Öldürmeyen acı süründürür. Şuan ki halin bunun bir kanıtı. Ayrıca kendini teslim etmemek için gösterdiğin çabaya hayran olmamak da elde değil doğrusu.’’  Neler hissettiğimi biliyor diye düşünüyorum.  

Aramızdaki mesafeyi tek adımda kapatarak geliyor yanıma. Mumun devrileceği, ikimizin de yanarak yok olacağı bir senaryo kursam da kafamda, gerçekleşmiyor tüm bunlar. Zamandan ve mekândan soyutlanmış gibiyiz. Tek eliyle belimden sarıp kendine çekince beni, geriye doğru eğilmek zorunda kalıyorum. Boştaki eliyle yanağımı okşayınca, bayılacakmışım gibi hissediyorum kendimi. Elleri alev almış bir ipek kadar yumuşak ve sıcak. ‘’Böyle olmaması gerekiyordu.’’ diye söyleniyorum. ‘’ Her şey tam da olması gerektiği gibi.’’diye karşılık verdikten sonra, yatağa yatırıyor beni nazikçe.

Üzerimde duran adamı hem tanıdığımı hem de hakkında hiçbir şey bilmediğimi hissediyorum. Gözleri sonsuz güce açılan iki kapıymış gibi tehlikeye davet ediyor, anahtar sandığı gözlerimi. Onlara bakmaktan kendimi alamasam da, bütün yüzünü taciz ediyorum gözlerimle. Her gün baktığım ama incelemeye vakit bulamadığım bir insanın yüzü gibi tanıdıktı karşımdaki. Tabii ya, baktığım kendi yüzümdü. Büyük bir tebessümle eğiliyor bana, bakmaya doyamadığım yüz. Boynumu öpmesi için bir çift dudak sipariş ettiğimi hiç hatırlamıyorum, ama kapıya gelen paket geri çevrilemezdi. Küçük küçük öpücükler konarken boynuma, kendimden geçmeye başladığımı hissediyorum. Kalbimden bütün vücuduma yayılan bir şey vardı adını bilmediğim. Boynuma gömdüğü kafasını kaldırıp bana baktığı kısa süre içerisinde, dudakları üzerinde gezen dilini bütün dikkatimle izliyorum. Kalp atışlarını duymak benimkinin daha çok atmasına sebep oluyor. Yanlış bir şeylerin olduğunu bilsem de düşünecek zamanım olmadığı için bir sonuca varamıyorum.

Elini yüzümde dolaştırarak her şeyin çok güzel olacağını söylüyor. O eli bırakmak istemiyorum. Dudaklarım üzerinde gezen başparmağını ağzımın içine alarak öpüyorum. Hoşuna gittiğini, aldığı ani nefesten anlıyorum. Çekerek kurtarıyor sonra parmağını, dişlerimle mahkûm ettiğim esaretten. Kafasını sağa sola sallayıp kendine gelmeye çalışıyor gibi bir hali var. En muhteşem haliyle gülümsüyor, bana doğru eğilirken. Dudakları dudaklarımla buluştuğu an kalbimin bu sefer gerçekten kendini imha moduna geçmiş olabileceğini düşünüyorum. Dili, ağzımın içinde gezintiye çıkmış gibi ve dudakları dudaklarımı nazikçe emiyor. Sol elini, yatakla sırtım arasına koyup, beni kendine çekiyor ve ben daha ne olduğunu anlamadan, beni öpmeyi sadece bir saniyeliğine bırakarak, kendi tişörtünden sonra benim tişörtümü çıkartıyor. Kaldırdığı gibi hızlıca yatırıyor beni tekrar yatağa.
 
Tüm ağırlığını üzerime verdiğini hissediyorum ve bu, beni farkında olmadan inletiyor.
   Çıkardığım ses onu tahrik etmiş olacak ki beni daha şehvetli öpmeye başlayıp, sol eliyle çıplak bıraktığı yerlerimi okşuyor. Elinin yavaşça aşağılara kaydığını hissetmek hiç de zor değil. Kalçamı avuçluyor sert bir şekilde ve bu sefer birlikte çıkartıyoruz o garip ama iç gıcıklayan sesi. Kalçamdan biraz daha aşağı kaydırarak elini, dizimin kıvrım yerlerine kadar okşuyor beni. Sonra aniden havaya kaldırıyor bacağımı ve dışarıda kalan kendi bacağını da olması gereken yere, benimkilerin arasına sokup, iki bacağımı da beline dolamamı istiyor. Emir sayıyorum söylediklerini. Bacaklarımın arasında ki, kalçalarıma yakın yerde sertleşmeye başlayan şeyin ne olduğunu anlamamak aptallık olurdu. Baskısını iliklerime kadar hissediyorum. Sık sık nefes alırken, arada gözlerini açıp bana bakıyor ve öptüğü dudağımı ısırarak devam ediyor öpüşlerine.
 
Uzun zamandır dua değmeyen dudaklarımın, şimdi bir günahın öpüşleriyle ıslanmasından mı, yoksa bacaklarımı beli yerine omuzlarına kadar çıkarıp, mahremiyetimin kapılarını belli bir ahenkte zorlayan Ben’in hamlelerinden mi orgazm olduğumu anlamak çok da kolay değil. Her iki şekilde de son nefesimi veriyor gibiyim. Olduğuna inandığım ruhumun benden çekilmeye başlamasının bu denli zevkli olacağını hiç düşünmemiştim. Odam, bizimle birlikte inliyor adeta. Sağ elini saçlarımda gezdirip enseme yakın bir yerden tuttuğu saçımı çekince, kafam geriye düşüp göğsüm havaya kalkıyor. Varlığını hiç bilmediğim kaslarım yanarken, zevkin doruklarına tırmanıyorum hızla. Çenemi hafifçe ısırdıktan sonra boynumu emmeye ve ıslaklığını bıraktığı yerlere nefesini vermeye başlıyor. Dudakları boynumdan aşağıya kayarken, bacaklarım her iki yanına düşüyor Ben’in sakince. Dilinin sıcaklığını ve dişlerinin sertliğini hissedebiliyorum göğüs uçlarımda. İnlemelerin yerini soluksuzluğum almaya başlıyor. Ben’in, üzerimde inlediğini duymak bana ayrı bir haz verse de, aklımın uçup gittiği yerden dönmek için izin istediğini hissediyorum. Bir yanım avaz avaz, izin ver, derken diğer yanım, siktir et onu, diye bağırıyor. O sırada elleri yine kalçalarımla buluşuyor Ben’in ve pantolonumu çıkartmaya çalışıyor yavaş yavaş. 

Karın kaslarının bittiği yerdeki iki derin çizgi, beni benden alacak olanı gösteren iki ok işareti gibi. Aklımı, dönmeden kaçırmak üzereyim.  Onları okşayıp, tırnaklarımla dokunuyorum derinliklerine. Nefesinin kesildiğini duyar gibiyim. Kesik kesik solurken üzerimdeki Ben, önü kabarmış pantolonumun düğmesini ele geçirerek kontrolü sağlamaya çalışıyor. İkiyken tek olmaya başlıyor gibiyiz.
Tehlike çanları çalmaya başlıyor beynimde. Durmak zorunda olduğumu biliyorum.
   Uyarıları dikkate aldığımı, titreyerek Ben’i üzerimden atınca anlıyorum. Yerden kalkan Ben, piç bir tavırla siliyor ağzını elinin tersiyle.
‘’Yeter.’’diye bağırıyorum ağlamamak için kendimi tutarken. Devam ediyorum sonra.
‘’Seni istemiyorum. Anlasana, bana acı getiriyorsun beraberinde. Ben hepsine katlanacak gücü bulamıyorum kendimde.’’
‘’Birlikte başa çıkabiliriz.’’diye yakınıyor.
‘’Beni ele geçirmeye çalışma sakın.’’diye karşı çıkıyorum.
‘’Aslında bir süreliğine başardığımı sanmıştım. Biraz daha sürdürebilseydim, mühürlenecekti bağlılığımız.’’diyor pişkince.
‘’Hayır. Geçen sefer ya senden ya da kendimden vazgeçmem gerekiyordu. Bende senden vazgeçtim. Şuanda da aynı şeyi yapmak istiyorum. Seni inkâr ederek yaşamayı seçiyorum.’’
‘’Benimleyken nasıl olurdu diye merak ettiğini biliyorum. Beni özlediğini biliyorum.’’
‘’Bir arkadaşım bir keresinde, pişmanlıkla özlemi aynı kadehten içemezsin, demişti.’’
‘’Arkadaşını o kadehte boğabileceğimi biliyorsun.’’
‘’Her zaman yapamayacağın şeyleri söylemekten mutluluk duyarsın değil mi?’’
‘’Beni denemeye kalkma.’’diyor sert bir şekilde.
‘’Biliyor musun, seninleyken hep kendime şunu söylüyorum: Çok yaramazlık yaptım, annemde beni dövdü. Ağlarken uyuya kaldım ve bunların hepsi rüyamda oluyor, uyandığımda her şey geçmiş olacak.’’
‘’Benimde mi ağlamamı bekliyorsun. Oraya geri dönmek istemiyorum.’’
‘’Senin, artık zarar vermemeni bekliyorum.’’diye bağırarak yürüyorum üzerine. Önce bana sonrada aynaya baktığı sırada anlıyorum onu tekrar gönderebilmenin tek yolunun orası olduğunu.
Geri geri yürürken çalışma masama çarpıyor Ben. Gözlerimi ondan almakta hala zorlanıyorum. Vücudu, beni kendisine çekmek için özel tasarlanmış bir mıknatıs gibi. İyi yontulmuş bir heykelin sertliğine ve çekiciliğine sahip olması ise işleri ayrıca zorlaştırıyor;
‘’Benimle mutlu olacağını biliyorum’’diyor hızlı hızlı.
‘’Mutlu olmak mı? Seninleyken her gece ölüme uyuyup, intihar planları yaptığım sabahlara uyanıyorum ben. Bunun ne demek olduğunu anlayabilir misin? Ben seni taşıyamıyorum. Lütfen dön artık geldiğin yere.’’sesim yalvarır gibi çıkıyor.
‘’Oraya dönecek kişi ben değilim.’’dedikten sonra, hamle yaparak tutuyor kollarımdan beni. Düşündüğüm gibi benden daha büyük ve güçlü, karşı koyamıyorum.
Önüne geldiğimizde, ayna tekrar dalgalanmaya başlıyor. Beni, özür dilemek istiyormuş gibi öpüyor, iterken aynaya yavaşça.
Tadını hiçbir zaman unutmayacağımı bildiğim dudaklarına, son kez teslim ediyorum dudaklarımı.
“Sen, beni hiç öldürmeye çalışmamış olmayı dilerdin. O, beni öldürmüş olmayı dilerdi ve bense emin ol hiç doğmamış olmayı dilerdim.’’diyor bana.
‘’O’’ nu bu işe karıştırmasını istemiyorum, kafam çok karışık, düşünmekte dahi zorlanırken, aynanın beni yuttuğunu çaresizlik içinde izliyorum.
 ‘’Bir gün seni oradan çıkartacağım. Söz.’’ diyor bana. Her şey bitmiş olamaz diye hayıflanıyorum. Düşünmeyi ve konuşmaya çalışmayı kesince, kafamın içinde birisinin konuştuğunu duyuyorum:
 ‘’Tanrı sensin.’’
‘’Tanrı benim.’’diye fısıldıyorum. Karşımdaki Ben’in korktuğunu görmemek için kör olmam gerekirdi.
Tüm bedenimin kaybolmak üzere olduğu dalgalarda yüzeyde kalmayı başarmakla kalmamış, aynadan çıkmaya da başlamıştım;
‘’Sana daha öncede söylediğim gibi, oraya döneceksin ve bir daha görüşmeyeceğiz.’’ diyorum;
‘’Hiçbir şey bitmiş değil.’’ diyor ve ansızın kolumu tutarak kesiyor bileğimi. Kendi bileğini ne zaman kestiğini hatta masamda, kalemlerimin içinde durduğu çömlekten o maket bıçağını ne zam aldığını dahi bilmiyorum ama bileklerimizi birbirine yapıştırarak karıştırıyor kanlarımızı. Kanımın çıkmaya başladığı yer yanıyor cayır cayır. Korkudan kilitlenmiş hissediyorum kendimi;
‘’Tanrı sensin.’’ diye fısıldıyor birisi yine kulaklarıma. Göğsümden kollarıma akan şeyi hissedebiliyorum. Ben’i, kollarından tuttuğum gibi aynanın içine itiyorum. Ayna yavaşça çekiyor onu kendisine;
‘’Ben, senin zihninde kurduğun dünyaya hapsolarak yaşayan birisiyim. Sen de inandığının kendi zihninde kurduğu dünyada yaşayan bir insansın. Ben, işine yaramayınca öldürmeden cehennemine yolladığın bir günahım. Sende, işe yaramayınca gideceğin yer tam da orası olacak.’’diyor ve gözden kayboluyor. Ayna tekrar sertleşiyor.
Gözlerimi açtığımda odamın ortasında otururken buluyorum kendimi. Tekrar. Kafamı kaldırıp aynaya bakmaya cesaretim yok veya ayağa kalkıp yatağıma gitmeye. Hiç yaşanmamış anılarım odanın her tarafında. Nefes bile almak istemiyorum tadını hatırlarım belki diye. Hiç kımıldamadan, mumun bitmesini ve şafağın sökmesini beklemeye başlıyorum. Kendimi değişmiş hissediyorum.
İçimde, o bilmediğim yere saplanıyor yine bir hüzün parçası.
Şarapnellere lanet ediyorum

EKRU

                                  
                                       Joel Peter Witkin