8 Nisan 2012 Pazar

ABELYA ÇİÇEĞİ

soluduğum ışıklar dibi
ellerime gözyaşlarım düşerken…




“Alo! Kimsiniz? Bakın, kapatmayın bir saniye, lütfen!”
 Neden aradım şimdi telefonunu, neden?  

 *

İş ilanını okur okumaz, telefon numarasını aradım. Neden başarmayacakmışım ki? Eğitim danışmanlığı tam bana göre.
Yola koyuldum. Şehrin en müstesna semtlerinden birinde, bir apartmanın dördüncü katında oldukça büyük ve modern döşeli daireye vardım.
“İlk işiniz mi, öz geçmişinizi okuyalım, maaş+pirim…” gibi bilindik girizgâhın ardından, işe alınmıştım. Diğer çalışanlarla birlikte okullara gidecek, eserleri tanıtacak, seminerler düzenleyecektim.
“Şekerim, pek heveslisin ancak bu kadar ümitli olma. Aylardır, maaş ve primlerimizi alamıyoruz.” “Buraya kadar iyiyiydi!” diyebildiğimi anımsıyorum ve ofiste gel zaman git zaman, bir çalışanın ben kaldığımı.
O süreçte işlerin durgunluğu, kendimin yaşam zorlukları derken, her şeyin içinden çıkılmaz bir hal aldığı bir gün, ağlayıvermiştim işte! Sorgusuz sualsiz bana uzattığı o bembeyaz mendil ve şefkatle sarılışı, cankurtaranım oldu.
İç dökmeler, paylaşımlar, beni örselemeden dinleyen birisinin varlığıyla, içimin erdiği aydınlığı nasıl anlatsam?..

*

“Büroyu kapatıyoruz, biliyor musun?” Beklemediğim bir anda beliren bu olumsuz gelişmeye üzülsem mi, sevinsem mi bilemesem de ilerleyen günlerde yeni bir iş bulmuştum bile.
Kopamıyordum. Bir odun pürçeği gibi içten içe yanıyor, belli etmemeye çalışsam da duyarlılığına engel olamıyordum. Yeniden buluşmalar, her defasında ruhumun arındığına tanık olmam ve yepyeni günlerin ışıltısını hissediyordum.
Birbirimizi sorularımızla bunaltmak, geçmişi deşmek istemiyorduk ancak bir akşam kadehler ardı ardına devrilince, başından geçenleri bir çırpıda anlatıverdi. Yurt dışında hatırı sayılır düzeyde aldığı eğitim, oradaki maceraları, Türkiye’ye döndükten sonraki süreci, ailesi ve bir tren kazasında yitirdiği sevdiği…
Dinliyordum. Güneşe alışkın karlar misali dinliyordum. Tüm bunların varlığı, beni bir başka ben olduğum gerçeğiyle yüzleştiriyordu. Zaman zaman özgürlüğüme düşkün yaradılışım, belki de bizi en zorlayan olumsuzluğu doğuruyordu. Yok yere kaprislerimle üst üste yaşadığımız kopuşlara rağmen, olgunluğuyla beni yeniden bağrına basıyordu.
“Neden evlenmiyoruz?” diyordu. Oysa ben, evliliği, insan tabiatına aykırı bulduğumu, ona anlatmakta zorlanıyordum. “Bak, iyi böyle…” demekle yetiniyordum.
“Hadi hazırlan. Bu sürprizimi çok beğeneceksin.” Öyle de oldu. Bambaşka bir diyardaydık. Neden bu denli hoşgörülü olabildiğini, insanlara nasıl da anlayışla yaklaştığını o gün, orada anladım. Semazenler dönüyor, ben sus pus Semâ’nın her devresindeki sırra ve anlama erebilmenin azametini düşünüyordum. Üçüncü bölümde her şeye can veren Nefes’i nefhayi İlahiye’yi temsil eden bir ney taksiminde, avucuma uzattığı o beyaz mendile, ağlıyor ağlıyordum.
“Sana Mevlevî soyundan geldiğimi söylememiştim değil mi?” Evet, söylememişti.

*

“Bu hafta sonu için, plan yapma. Bir sürprizim daha olacak ancak bu kez ağlamak yok! Seni arayacağım.”
Kaç gün geçmişti aradan can?  
Bütün gece gördüğüm kâbusların sabahında, hareket saatini bildireceği telefonu beklemeye koyuldum. Hazırlıklarım tamamdı. Özlem doluydum. Okuyacağımız kitapları, not alacağımız kâğıtları hazırlıyordum ki nihayet aradı:
“Siz, dostlarından biri olmalısınız…”

*

Her dem yeşil çalılarda açan, en sevdiğin abelya çiçekleriyle süslüyorum mezarını. Şimdi senin hoşgörüne bürünüyorum. Jascha Heifetz’in eserlerini her dinleyişimizde gözlerinden süzülen yaşları silmeye çalıştığımı anımsıyorum.

“Gidene kızma” derdin ya hani; elimde değil, bencilliğimle belki de seni affedemiyorum.


Bir kelime var; ölürüm: Anıları insanlar, fanuslar… Bir basamak merdivendir hayat. Aklında varsa; “seni seviyorum;” o kelimededir, hayat!..


          "Bana verdiğin anıları, evlere sığdıramazken; gözyaşlarımız düşüyor şimdi, birlikte yaşadığımız yerlere bu sonsuz yağmurlarla."

ÜçRenk Blanc

                                      
                                                                 Jean Derville