12 Aralık 2013 Perşembe

PULSUZ MEKTUPLAR



Sevgili,

Son mektubumu aldın mı? Bilemiyorum. Postaneye doğru gidiyordum. Pul istediğimi
hatırlıyorum - Pulsuz mektuplar ulaşmıyor sahiplerine- görevli ısrarla pula gerek yok diyor…
Birden kendimi postanenin penceresinden denize bakarken buluyorum. Hızla oradan
ayrıldığımı anımsıyorum sonra…


Büyük bir meydanda buluyorum kendimi, üzerinde tebeşirle çizilmiş kareler. Üç kız çocuğu neşeyle karelerin üzerinde, tek ayaklarıyla sekiyorlar. İçlerinden en küçük olanı, kocaman kahverengi gözleri var, elleri küçücük, elinde tuttuğu taş, parmaklarının arasından taşıyor. Saçlarını yatıştıramamış, belli ki inatçı. Büyük bir ciddiyetle sekiyor karelerin üstünden, dengesi hiç bozulmuyor. Ufak tefek olan görüntüsünün acısını, oyundaki hırsı ile kapatmaya çalışıyor sanki. Gözlerimi alamıyorum ondan, oysa hızlı hızlı denize doğru yürüdüğümü hatırlıyorum. Şimdi iki karenin üstünden atlaması gerekiyor, küçük bedeniyle geriye doğru gidip, hızla atlıyor, minik ayakları ikinci karenin çizgisine değiyor. İri yarı kız yandığını söylüyor ona, gözleri doluyor ufak kızın, sanki gözlerinden taşıverecekmiş gibi damlalar, izin vermiyor zorlukla yutkunup içine doğru ağlıyor. Ama henüz pes etmiş değil, kendine sıranın gelmesini bekliyor heyecanla. Gözleri daha bir büyüyor..

Denize doğru çeviriyorum gözlerimi. ‘Neden sevgili her denize baktığımda sen gelirsin 
aklıma?’ Bulutlar denize doğru yaklaşmış, dağların eteklerinde sisten olma bir örtü.
Tanımlayabileceğim bir mavi değil bu, buruk bir mavi ya da kederli bir mavi; ikisinin arası…

Yaşlı bir kadın, elinde örgüsüyle bankta oturmuş. Yavaşça yanına doğru ilişiyorum. O kadar kendiyle ki sessizliğini bozmak istemiyorum. Oturduğum anda elindeki lifi gösteriyor. ‘Gelinime örüyorum’ diyor. Pembeyi çok severmiş gelini ve başlıyor anlatmaya. Dinliyormuş gibi yapamamam bir sorun… Onun sessizliğini bozmayayım derken, o benimle deniz arasına giriyor. İlk gördükleri kişiye hallerini, özelini açanları anlamak epeyce zor; yaşamlarını ayrıntılarıyla anlatıveren insanlar, ne de tuhaf. Gözlerinin kenarı çizgilerle dolu, ne çok acı biriktirmiş yaşlı yüzüne kadın. İkide bir gülüyor, sanki kahkahalarının ardına acılarını saklamak ister gibi gülüyor. Birden olduğum yere çakılıyorum. “Bak” diyor “Şu oynayan kızlardan ufak olanı benim torun, işte onun annesine örüyorum bu lifi. Tutturdu anneme öreceksin diye, annesi artık yıkanamaz ki…” Soluklanıyor. “Anlamıyor işte yavrucak. Ve İlle de pembe olacakmış. Pembe güller götürürüz annene yavrum diyorum, dinlemiyor. İlla ki pembe, motifleri de kalplisinden olacakmış. Kıramadım işte, yavrumun yavrusu ne de olsa. Toprakta kaybolup gidecek emeğim, anlamaz ki, inattır. Bakma öyle ufak tefek olduğuna.” Yutkunuyorum, oradan kaçıp gitmek istiyorum, kımıldayamıyorum. Kadının anlattıklarını duyamıyorum artik. O kadar olağan ve aynı ses tonuyla konuşuyor ki, sözcükler boğazıma düğümleniyor. Bir şeyler geveleyip uzaklaşıyorum oradan.

Sevgili, hikâyeleri sevmiyorum artık. Hızlı adımlarla yürüyorum, bu bana iyi geliyor. Hızla uzaklaşırken, gözlerimde kareler, çizgiler, kocaman gözler, mavi, pembe hepsi birbirine
karışıyor. Sanırım bir omuz istiyorum, tüm hikâyeleri unutacağım bir sıcaklık. Bir mavi olsun
gözlerimi dolduran...

Sahi neden her denize baktığımda sen geliyorsun aklıma?

ÜçRenk Mavi