27 Ocak 2013 Pazar

GRİ GÜNCE


                     gri günce  10

Donmuş karanlıktan uyanan devasa gizillik azgınlaşıp; o fısıltıları perçemlerinden tutup, -azimle kasvetli derinliğe düşürüp- yavaş yavaş kapanıyordu. Kendini paralayan ışıklar birer birer boğulup yok oluyordu. Yine de kıyıda bu kıvılcımı tutuşturan, bu perçemlerle şenlenen bir ışık seli bu fısıltıyı çoğaltıyor ve küçük suspus evlere düşürüyordu. Bu evler de kendilerini sakınmadan sunuyor ve vefasını şehrin içine doğru yaygınlaştırıyordu. Böylece derin azgınlığa yedirilen o yitik kızıl yolcular vefalı levhalarda anlamını bulup tüm şehre yerleşiyor, melankolik ezgisini bu rastlantılarla ölümsüzleştiriyordu. Tutuşan evler derme çatma gözlerle, aksayan dar yollarla uğulduyor; minik, çilekli kekleri andıran sundurma çatılar, beşik çatılar, kırma çatılar açığa çıkıyor ve derinleşen alınlarını -o ahşap- yıllanmış, kıvrımlı yüzeylerini -nemlene nemlene melezleşen- sergiliyorlardı. Kızıl tufana boğulan bu çatılar aynı rengin uyumsuz şekillere düşkünlüğünü bükülerek; büyülü büzgülere kesilerek henüz sökülmemiş, karanlığa yedirilmemiş göz göz pencerelerden; hafifleyen ışıkları ılık tınılarıyla sezilip kuşanılmış o kadim vaade sözceliyorlar.

   Kararlı bir ses pes dalgalarla duvarlara çarpıyor ve oraya yansıyan gölgelere gömülüyordu. Gölgeler de bu yansıyan sesten, odadaki karakterlere daha silik, buna rağmen gıdıklayan tuhaflıklarla gerisin geri çarpıyor ve, ve kendini duyuran diğer sözcüklerin yeni çatlamış, canlı dolanışında  ister istemez duyulamaz hale geliyor, fark edilmeden oradaki eşyalarda kendilerine damarlar bulup orayı gömü yeri gibi kullanıyorlardı. Kısık ışıkta bir gölge oyunu sahneleniyordu ve oyuncular bu oyunu yeni repliklerle daha karmaşık hale getiriyordu. “Nerde miydim?” diyordu biri. “Ne önemi var... Uzun mu uzun bir yolculuk işte. Kinik bir yolculuk.” Yol aldıkça uzayıp durdum. Geride bıraktığım yol, tekrardan önümde beliriyordu. Doyumsuz bir yoldu da, içimi delen açgözlü bir yol. Delik, bir yumağa örülüyordu ve o yumak tekrardan uzayıp; deliği azdırıyordu. Karanlıkla bastıran bir yol, belli ki bununla yolcuya dolan bir yol... Ne kadar sürdü, bilmiyorum. Yer yer bilincimi yitirir gibi oluyordum; varacağım yeri şiddetle hazırlayan belleğim beni hepten bulandırıyordu.

      gri günce  11

Denizi düşünüyordum, onda beni sakin kılacak bir dalgayı kollar gibiydim. Ama dalgalar durmadan çoğalıyordu ve milyonlara varan köpüklerle yüzeyimde patlıyordu. Durmadan yeni dalgalarla beslenen köpükler kımıldamama olanak bırakmıyordu. Sonra bu köpükler farkedilmez oldu, hafifliğini dayatır oldu ve o anda sakinleştim. Bir aracın içinde hızla yol alıyordum. Gözüme takılan uzam, gözümü alan ağaçlar, dağlar, tarlalar; hızla sökülüyor, köpüklerin yerini alıyordu ve onlarda hemencecik kayboluyordu. Onlar da uzayıp belirsizleşiyordu ve birden önüme eskiyen imgeleriyle atılıyorlardı. Ölebilmenin atılımı, bir levhada darbelendiği halde kendini anıtsal kılan sanılı atılım. Olduğum yerde, dağılmadan, kendime olan yakınlığımı yitirmeden; uzayıp duran, sökülen, sökültü olan kıvrıma geçiyordum, ama asla onun kendi kıvrımı olamıyordum. Zihnimde belirli tümcelerle bu uzamı işleyip duruyordum. Elimde pek bir şey yoktu, ama olanı çoğaltmaya ayartmayı da iyi biliyordum. Beliren aymaz sökükleri onarıp hemen emeğimin karşılığını alıyordum. Bir aylaklıkla beslenen, tembellikten ileri gelen güçlü, anlaşılmaz duygular. Elimi bir işe değdirmeyi çok gören, beni yumuşatan ve gereksindiğim olmazsa olmazları kendi baskın cömert doğalarında çeviren duygular. Ben ne işlerle sınandım, ne işlerle duygular edindim, ama nerde onlar, hani onlar?

   Bilmediğim şeylerin yokluğunu sessizce, kanıksamadan ağırlıyordum. Ya da ses etmeden, kanıksanmadan ağırlanıyordum, yine de birbirimizde çoğalamıyorduk. İki taraflı bir açıklıkta birbirimizi hoş görerek -yer yer hafif tedirginlikle de olsa- açığa çıkarmaya çalışıyorduk. Yine de birbirimizi hızla yitiriyorduk ve kısıla kısıla bizi besleyen, sağlıklı kılan yalnızlığa çekiliyorduk. Ya da ''oluşa gelmeye'' yakalandık. Hatta o an; o ilk karşılaşmada birbirimizde açığa çıkan o çakımda kalıba dökülmeden hızla uzayan, yiten şey; -bir renk, aslı olmayan bir yansıma gibi- düşüncemizin içine savrulup, ondaki kesinliğe sokulup oracıkta geçici bir kayboluşa da yakalanıyordu. Gülümsüyordum. Bu gri, soluk deneyimden; şehvete benzer bir şiddetle, bozulmayla sınanmıştım.
Gri

                                                                Charles Schenk