15 Mayıs 2011 Pazar

KENDİNE KUKLA

Herkes suçu ve hapishanesi kendi olan o zindandan kurtulmak için gün sayar. Ve o gün geldiğindeyse kurtuluşun – ondan çok daha önce de- özgürlüğün hapsedildiğini anlar. Artık o hapsolduğu hapishanenin kendisidir. Ve artık o kuklasıdır suçun…

Bilinir ki insana ilk pranga ana rahminde vurulur. Ne zaman doğar o zaman onlar kesilir. Ama o pranganın izi hep karnındadır. Küçük bir delikten sızan ışık kadarını gördüğünden diğer prangalarını göremez.

Dikine çizgili bir tulum vardı üzerinde. Tulumun kendisi bembayzdı. Çizgilerse simsiyah… Bu aydınlığın ilk mahkûm edilişiydi. Sağ avucunun ortasında bir anahtar deliği vardı. Uzun zamandır kullanılmağından olsa gerek paslanmıştı kenarları. Sızması beklenen ışıksa delikten evvel paslanmıştı. Bu da aydınlığın ikinci mahkûm edilişiydi.

Sağ gözün üzerindeydi gölge. Aslında gölge de değildi. Gölgeye özenmiş bir hiçlikti. Hiçliğin de gölgesi olurdu. Ve insan bunu bir suçmuş gibi devamlı ardında sürükleyip dururdu. Gözün üzerindeki, kaşın üzerinden gözün altındaki torbacıkları da kaplayan dikine bir anahtar deliği gölgesiydi. Göz elin ardındaydı belki. Ve görebildiği o avucun içinden susabildiği kadardı…

Başı önüne solmuştu. Kolları ve ayaklarıysa yanlara doğru cansızca ölüme kök salmıştı. Bir sandalyede oturuyordu. Belki birileri o sandalyeye gömmüştü onu. Yaşarken fark edilmeyişine inat öylece yerleştirmişlerdi ortaya!

Sanılır ki insan cennetten kovuldu. Oysa cennet insana hapsedilmişti. Sanılır ki insan cennetten sürüldü. Oysa cennet, insandan kaçtı. İşte bu yüzden cennet cezalandırılıp prangalara vuruldu. Bu zincirlerin adıysa cehennemdi. Tek suçu insandan kaçmak olan bir mekân neden kabul etsin ki insanı? Elma olarak bilinen dünyanın ta kendisidir. Ve aslında dünya insanın tuzağına yakalandığı bir ândır. İnsansa o ânın, kendi tuzağının kuklasıdır!

Anahtar deliğinin bulunduğu sağ el yavaşça kıpırdandı. Evvela işaret parmağı deliği gösterdi. Ardından delik, gösterilmeyenin içine gizlendi. Avuç içi yavaşça dönüp tavana baktı. Öylesine yavaştı ki sanki boşluk kekeleyerek okumaya çalışıyordu. Tamamen avuç içi yukarı dönünce bir müddet bekledi. Sağ göz bir anda açıldı. Sol gözü uyandırmadan sessizce bakındı. Kıpırtısızdı gördükleri. O da gördüğü her şey oldu; bomboş bir tavan! Gözün içinde bir lamba belirdi. Yanmaya başladı göz bebeği; yaş çukurlarından dumanlar belirdi. Ardından hızlıca yumdu göz kendini bir yangına.

El o anda yavaşça dönüp avucu zemine çevirdi. Göz düşeceğini sandı, kirpiklere tutundu. Ardından anahtar deliğinin gölgesine dayandı. Düşmeyeceğini anlayınca rahatladı. Gördüğü soğuk, taş zeminde derin bir soluk aldı.

El bir gayretle kendini omzuna fırlattı. Tam kayacakken parmakları zorla tutundu. Göz telaşlandı. Omuzdan başka bir şey görememek ürküttü onu. Zorladı bir süre; olmadı. Yumdu kendini; yine olmadı. Umutsuzca bekledi.

Elin lisanı parmaklarındadır. Dokunarak konuşur el. Elin gözüyse konuştuklarındadır. Duyulunca görür elin gözü! Bazen gözdür kuklası gördüğünün, oynatır onu istediğince. Bazense görülendir kuklası gözün, kandırır onu bilebildiğince!

Fısıldayınca parmaklar omuzlara, doğruldu kol yerinden. Çelimsiz bir hamleydi ilki; düşüşü bu yüzdendi. Bir hamleyle tutundu parmaklar sandalyenin kenarına. Göz biraz soluklanınca doğrulmaya başladı kol. Artık hareketsizliğin kendisi düşüyordu. Ve düşüş illâki yüksekten olmaz!

Bazen insan zeminden zemine düşer. Bu anda duyduğu acıysa düşebilecek başka bir yeri olmadığı içindir. İçten içe bilir ki mezarı da oradadır. Ve kazılacak olan zemin değil bizzat kendisidir. Çünkü mezar ölümün kuklasıdır.

Birden büyüdü göz. Gördüklerinden de yaşlıydı artık. Gördüğünde görülendi. Baktığında anlaşılandı. Bir yansıması vardı sağ elin. Bir kâğıda dikkatle yazılmış yazı gibi aynada tersten okunuyordu. O zaman anladı insanın yarısı aslında yansımasıydı. Peki, hangisi diğerinden yansıyordu?

Sağ eli gelince sol elinin üzerine kendisini görmesini bekledi. O denli uzundu ki avucunun içine çentikler attı. Saydığı gün, gelecek günden kısaydı. Veya uzundu… Uzundu ki sırf bu yüzden gelmiyordu o gün. Sadece bir günü sayabiliyordu veyahut. Diğer günleri sayamadığından hepsi aynı geliyordu. Ve o gün de sırf bu yüzden hiç geçmiyordu.

Birden parladı deliğin içinden görülen göz; sağ elin işaret parmağı kıpırdayınca sol elin aynı parmağı da hareketlendi. Göz görerek gülümsedi. Ardından sağ el, başparmağını oynattı. Sol el de aynı parmakla cevap verdi. Duyuyorlardı birbirlerini. İpleri de olabilirdi sağ elin; görünmez ipler! Her parmak benzerine bağlıydı.

Sağ el yükseltince kendini sol el de bileğinden yükseldi. Gözün sol kapısı da açıldı o anda. Sessizce deliğinden bakan sağ göz sevindi bu duruma. Çünkü yansımasından da görebilecekti artık.

Sağ el sağa kayınca durdurdu sol eli. İstediği gibi yönlendirebiliyordu artık kuklasını. Olmayan ipini, olmayan kuklasına geçirdi. Artık kuklasının da bir kuklası vardı; sol ayak!

İki el yavaşça kıpırdanınca dizin altından ayak da oynadı. Sağ göz buna gülümseyince sol göze de yansıdı. Sol göz yansımasıyken sağın, gördüğü yansımasıydı kendinin!

Bir ipin ucuna uçurtma bağlanabilir ama rüzgâr bağlanamaz. İp rüzgârın kuklasıdır. Uçurtmacıysa yaşadığı o ânın!

İki el göğse de bağlayınca olmayan ipi, olmayan bir hamle gerçekleşti; ikisi birden başın üstüne değin yükselip sandalyedeki bedeni ayağa kaldırdı. Önce sağ el ileri bir hamle yaptı, ayak bunu duydu. Ardından sol el sağa yansıdı. Sol ayaksa sol elden yansıdı.

Sözde yürüdü. Söz bitince seste yürüdü. Ses ki düşüncesinin kuklasıdır. Kelimeler yansımasıdır düşüncelerin. Anlaşılmayışları aynadandır. Ayna, yansıyanın kuklasıdır!

İki el ustalaşınca maharetlerinde hareketleri “Ben” sahnesine taşındı. Gözler kapaklarıyla alkışladılar. Tek ses duyuldu. O ses de ben’in kuklasıydı!

Kafkarengi


                                                                 Pablo Picasso