24 Ocak 2016 Pazar

BAHÇE ( 1 )

                      
Üç gün içinde çıkacağım bu uğursuz bahçeden. Öyle dediler. Dün, yarın çıkarsın, demişlerdi. Ondan önceki gün de akşama göndeririz. Yeter artık, iki haftadır tıkıldım kaldım bu gölgesiz hapishaneye. Hapishane diyorum, çünkü kirli duvarların, sıcaktan sararmış çalıların ve sürekli kilitli tutulan bir parmaklığın arasına sıkıştırılmış durumdayız.  Etraf hamam böceği ve kertenkele kaynıyor. Bir kedi bile yok ki sevsek, okşasak, azıcık kendimize gelsek. Sıkıldım doktorlardan, hemşirelerden ve bir de ortalıkta gezinen o kocaman sıçanlardan. Zaten bahçenin kenarındaki o lağım kapağının altında yüzlerce sıçanın yaşadığına bahse girerim. Duvarlara çivilenmiş borular da onların dışarıyla olan bağını kuvvetlendiriyor. Yoksa yağmur yağdığı zamanlarda saçaklardan su boşanırken, zırnık damla gelmiyor bu borulardan.

Kitap okumama bile izin vermiyorlar. Gerçi ben gizlice okuyorum ama olsun, yine de zor oluyor. Yanımda Duras’ın “Sevgili”si var. İnsan daha çok kafayı takıyor eskilere burada. Ah o eskiler, eskimeyenler, bir türlü eskimeyip beni eskitenler, Pierre’in yanağıma batan sakalı, yaba gibi elleri, kürek gibi ayakları... Nasıl oldu da burada buldum kendimi hâlâ bilemiyorum. Ne güzel gezmeye gelmiştim Vietnam’a. Unutacaktım Pierre’in bitmeyen aldatmalarını, o kızıl saçlı kadına bakarken yüzüne yayılan aydınlığı, unutacaktım ateş gözlerini, memelerimi eriten avuçlarını. Vietnam beni özgür yapacak, kendime kavuşturacaktı. Pierre’de kaybettiğim özgürlüğümü yeniden kazanacaktım yalnız başına gezerken. Yaralarımı saracak, Paris’e yeni bir kalple ve hatta yeni bir sevgiliyle dönecektim. Yaptı da sanırım! Özgür oldum, uçtum uçtum bulutların üzerinde. Ama bir ülke bu kadar mı mahrum olur cana yakın erkeklerden? Neredeler? Bir tane kafası çalışan, eli yüzü düzgün adam bulamadım gezdiğim yerlerde. Ya kısa ve anlayışsızlar ya da sıska ve cahil.

Deliyim ben, deli! Çıktım Sapa’ya, tek kelime konuşamadığım çirkin bir acuzenin arkasında saatlerce yürüdüm ormanda. Giymiş rengârenk Hmong elbiselerini, kulağında çember küpeler, kafasında mavi yamalı bir yaşmak, ağzında betel çiğnemekten kapkara olmuş dişleri. Avrupa’da olsa bu kadın ağzını diktirirdi, gülümsediğinde dişleri görünmesin diye. Yok ama alabildiğine mutlu çünkü parası yok. Biz turistlerde de para bol ama huzur yok. Üç saat yürüdük, o önde ben arkada, yaşı belki yetmiş belki seksen. Yürürken belini o kadar büküyor ki yuvarlanacak sanıyorsun.  Bacaklarında motor mu var ne!  Ağaçlarla konuşa konuşa ilerliyordu. Ben Pierre’i ilk orada gördüm. Altı aydır görünmüyordu bana. Ağaçların arasında bir var oldu, bir yok oldu.

Sonra korktum, geri döndüm akşamın karanlığı çökmeden. Hep böyle oluyor zaten, korkuyorum ve geri dönüyorum. Denizde de böyleyim, ormanda da! Derinlik ürkütüyor beni... Peki ya aşkta? Dur yazayım bunu defterime. İyi ki verdi doktor bana bu defteri, aklıma geleni yazıyorum. Bir çeşit tükürük hokkası. Sabahları konuşmaya gelince okuyor yazdıklarımı. Soruyor ne demek istediğimi. Gençliğinde Camus ve Sartre okumuş ama gerisini bilmiyor. Bir de klasikler, Zola, Balzac, Hugo falan. Modernler dedim, ses çıkarmadı. Ben en son okuduğum romandan bahsetmek istedim, ama o kendimi anlatmamı istedi. Ben de Pierre’i anlattım. Pierre’i değil, kendini anlat, dedi. Tamam, dedim ama sonra sustum. Onu çıkarınca geriye bir şey kalmıyormuş demek. Cebinden çıkardığı küçük not defterine bir şeyler yazdı. Sonra hemşire geldi. Kolunda dev bir hamam böceği vardı. İğne vurdu, gözlerim ağırlaştı, sersemledim.

Doktor sordu, ben yanıtladım. Sapa’da ne yaptığımı sordu, Pierre’in beni orada mı terk ettiğini! Kim kimi terk etmiş, dedim. Ben yalnız geldim Vietnam’a. Sapa’ya da turla gittim, dedim. Yalnız başına mı, dedi teyit isteyen kuşkulu gözlerle doktor. Korkmadım diyemedim... Ne olur ne olmaz, yalnız başına bir Fransız kadını, Sapa’nın ıssızlığında dağ bayır gezer mi? Başına bir şey gelse kim ne yapabilir?  Keşke başıma bir şey gelseydi de burada sonlanmasaydı yolculuğum. Hem nasıl geldim ben buraya? Otobüsün şoförü mü getirdi acaba. Yok, o adamı gözüm hiç tutmamıştı zaten. Hem Hristiyan da değil! Kim bilir ne saçma şeylere inanıyordu. Pierre olsa konuşur, kiliseye götürürdü. Ben dokunmadım, koltuğuma oturup Baudellaire okudum sessizce, Dalat’a varana kadar. Fena da olmadı! Ha Paris ha Dalat. Hem burada da var bir Eiffel Kulesi. Ngoc resimlerimizi çekti kulenin dibinde, gölün kenarında, Le Petite Paris Oteli’nin avlusunda. Sonra bana elmekle gönderecekti resimleri. Belki de göndermiştir. Bugün gelecek Ngoc. Sorarım gelince.

Otobüste tanıştım kendisiyle, kitap falan okumaz ama hayatı çözmüş. “Küçük Prens”i bile okumamış. Kitap deyince “Harry Potter” diyor gülüyor. Onu bile okumamış, filmini izlemiş. Yolda bir kitapçıdan aldım “Küçük Prens”i, oğluna okursun, dedim. Kitabı aldı ama mola verdiğimiz lokantada unuttu. Dedim ya! Hayatı çözmüş, n’apsın kitapları? Başından çok aşk geçmiş, bir oğlu var, varmış, ben görmedim, hiç getirmedi buraya. Kocası uyuşturucu ticaretinden dolayı ömür boyu hapse mahkum olmuş Avustralya’da. 33 yaşında, güzel ve güçlü bir kadın, yani orası burası çalışıyor, arzuluyor, erkek bedenine muhtaç, en çok da uzun ve kalın kollara. Ben de öyleydim, Pierre burada olsaydı şimdi, sarılsaydı bana arkadan, ben mutfakta yemek yaparken elleriyle okşasaydı karnımı. Neyse, doktor gelecek birazdan. Hemşirelere dedim, yakalayın şu sıçanı. Biraz da ağaç dikin bahçeye. Zaten göt kadar bir yer, komşuların hepsi Vietnamlı. Neyse ki Ngoc konuşuyor Fransızca. Gündüzleri ağacın dibini sırayla paylaşıyoruz. Gölgenin bile para ettiği bir ülke burası. Ben yabancı olduğum için sanırım, bana bir şey demiyorlar. Hem onlara çikolata veriyorum beni rahatsız etmesinler diye. Burada bile geçiyor rüşvet. Oturuyorum, sigara bile içiyorum. Pierre’in sigarasından. Hemşireye de bir tane verince sesini çıkarmıyor. Yoksa yasak.

Ngoc gelecek bugün. Gelecek mi? Belli değil, hiçbir şey belli değil burada. Böylesi daha iyi, diyor doktor. Belirsizlik beni iyi edecekmiş, kaygılarımı eritecekmiş. Ne de olsa çıkacağım buradan yakında. At gibi kişneyeceğim buradan çıkınca. Şu ilaçları kesseler, kafam yerine gelecek, ama ilaçlar olmayınca da uyuyamıyorum. Pierre ve yeni sevgilisi gövdemin üzerinde dans ediyorlar ben yatağa girince. Ngoc mu? Takma kafayı, diyor. Senin gibi kadına adam mı yok, diyor. Ben kocamı seviyorum ama benim de ihtiyaçlarım var, diyor. Gitmiş internetten bir adam bulmuş sırf sevişmek için. Sevişmek ve sarılmak için. Bana da bulacakmış ben buradan çıkınca. Kendisininkini kocasının adıyla çağırıyormuş. Oğlumuz bu sene okula gidecek, hangi okula göndereyim diyormuş, her sevişmeden sonra kocasının sevdiği kahveyi yapıyormuş adama. İyi de içiyor Ngoc. Bir şişe Dalat şarabını yarım saatte indirdi mideye. İkincisini söyledi. Yavaş ol dedim, dinlemedi. Ben de ona Baudellaire’den okudum: 

“Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz”.

O yaşıyor, ben yorumluyorum. Pierre’le de aynı sorunu yaşamıştık. Ben de yaşamak istiyorum artık, kitaplardan, karşılaştırmalardan, gelecek kaygılarından, intihar düşüncelerinden, o giderse n’aparım hafakanlarından uzak bir hayat arzuluyorum… Ama olmuyor. Pierre geri geliyor her akşam, memelerimi elliyor, can çekişen bir ceylan gibiler diyor, gülüyor ve gidiyor. Yok diyorum, on sene önceydi onlar. Şimdi pörsümüş lahana oldular. İkimiz de gülüyoruz. Doktor ciddileşiyor ben Pierre’den bahsedince. O burada değil, diyor ama bence abartıyor. Deli miyim ben doktor, ben de biliyorum onun burada olmadığını. Bağırıp çağırıyorum. Gömleğinin altında hamam böceği besleyen kadın yine geliyor. Çıkarın beni buradan diyorum, Fransız Büyükelçiliği’ne götürün diyorum, bana orada bakarlar, beni Fransa’ya gönderirler, diyorum. Dinlemiyorlar! Fışşşşt, kanıma giriyor o acı sıvı. Fışşşt, ben bir anda yemyeşil, bahçeyle bir oluyorum. Pierre bana arkasını dönüp uyuyor. Canım sevişmek istiyor Pierre, diyorum. Yarın sevişiriz, diyor. Ama şimdi istiyor, diyorum. Geniş omuzlarının üzerinden sarkıp yüzüne bakmaya çalışıyorum. Orada yine o kızıl saçlı şıllığı görüyorum. Hışımla arkamı dönüyorum. Uyuyamıyorum.

Ngoc geldi bugün. Temiz çamaşır getirmiş, diş fırçası, sabun, şampuan… Doktorla da konuşmuş. Yakında çıkıyormuşum. Ne kadar yakın, dedim. Yakında öğrenirsin, dedi. Kızdım biraz ama belli etmedim. Bana deli muamelesi yapıyor, Ngoc bile. Ben bu ağacı seviyorum, dedim. Dev bir mantara benziyor. Akşamları elektrikler kesilince Pierre’le burada buluşuyoruz. Defterime baktı Ngoc. Hani hiçbir şey yazmamışsın, bu karalamalar ne, dedi. Onları ben yapmadım, dedim. Önemli değil, ama yazarsan iyi olur, içini dökersin, dedi. Dökecek içim yok, dedim. İçimde bir şey kalmadı. Ngoc ters ters baktı. Seviştin mi o adamla bu sabah yine, dedim. Yanıt vermedi, utandı, kızardı. Korkma dedim, kimse anlamıyor bizi burada. Olsun dedi, özel konular onlar, konuşulmaz. Ayağa kalktım ve bağırdım. Sana ayrıntıları sormuyorum Ngoc, mutlu musun onu soruyorum. Otur Catherina dedi. Bak istediğin kitabı getirdim.  

“Une Saison en Enfer” yazıyordu kitabın kapağında. Ama bence bu kitap sana iyi gelmez. Dün akşam bir göz attım. Karamsar şeyler, daha beter olursun. Okuma bunları…
Mezarından uyanmış bir ölü gibi korkutucu gözlerle baktım Ngoc’a. Sen anlamazsın, ver onu bana, dedim. Vermedi, bir süre çekiştirdik. Sonra şamatayı duyan komşular geldi. Üzerlerinde pijamaları, zaten bütün gün pijamayla pinekliyorlar orada burada. Biz yerde boğuşurken iki erkek bizi ayırmaya kalktı. Dokunmayın bana, diye çığlık attım. Delisiniz siz, delisiniz, bıktım sizden, yeteeeeer. Sen nesin, dedi Pierre, kulağımın dibinde olduğunu belli etmek için yanıma iyice sokularak. Ben senin sevgilinim, dedim. Kahkaha attı. Sevgililerimden birisiydin, dedi. Ah Pierre, yapma lütfen. Yapacağım dedi. Cebinden bir defter çıkardı. Nasıl bir şey bu Ngoc dediğin kadın, dedi. Az önce buradaydı, görmediniz mi, dedim. Kavga ettiğin kadından bahsediyorsan onun adı Ngoc değil, Thi, dedi. Hem tek kelime Fransızca konuşmaz o. Yanılıyorsun Pierre, dedim. Pierre değilim, doktorum ben, dedi. Ama Pierre’e benziyorsun, onun gibi konuşuyorsun, onun gibi bakıyorsun. Ne iş yapar bu Ngoc, dedi. Bilmiyorum, dedim. Kocası hapisteymiş, bir sevgilisi varmış. Sevgilisi kimmiş, dedi. Ne bileyim dedim, uçkurunun peşine takılan bir adam olsa gerek, aşksız meşksiz Ngoc’la beraber olduğuna göre. Belki de Piere’dir adı, dedi yanağındaki sinsi tebessümü saklama ihtiyacı duymadan. O anda bahçedeki tüm ışıklar yandı, kafamın üzerine dev bir dürien[2] düştü. Hayır dedim, sağa sola tekmeler savurmaya başladım. Hastabakıcı kılıklı bir hasta tuttu kollarımdan. Hepiniz delisiniz, bırakın artık, zorla tutamazsınız beni burada, dedim. Hemşire geldi. Altı ayağı ve iki anteni vardı bu sefer. Belli ki kolunda beslediği hamam böceği kadıncağızı yemiş. Tonton da bir şeydi, yazık oldu kadına. Nereden çıkardığını anlamadığım bir şırıngayı bir anda vurdu koluma. Sıktım kolumu, kırılsın iğne de gör dedim. Etraf kan oldu, en çok da Pierre’in beyaz gömleği bulandı kırmızıya. Sev beni, dedim ona, okşa beni, 29 Mayıs akşamı operada okşadığın gibi, hani o dans eden balerinleri izlerken bir çıyan gibi kıvrılarak apış aramı bulan parmakların gibi, işgal et bedenimi. Pierre güldü. Beni ne zaman bırakacaksınız, ben iyileştim, bırakın da Paris’e, ikinci el kitapçılara, sokak aralarında öpüşerek zikzak çizen çiftlere kavuşayım, dedim. Tamam, dedi Pierre, seni çıkarıyoruz buradan. Şimdi hemen!


Gözümü açtım ama hareket edemiyorum. Elim ayağım, her tarafım bağlanmış yatağa. Ağzımda pas yalamışım gibi bir tat. Soluma döndüm hafifçe, Pierre’i aradı gözlerim. Kapının dışından belli belirsiz sesler geliyordu. Neredeyim ben, dedim belki birileri duyar da yanıt verir diye. Merak etme güvendesin, dedi bir ses. Ben bahçeye çıkmak istiyorum, o dev mantarın altında oturup sigara içmek istiyorum, dedim. Olmaz, dedi görünmek istemeyen kadının sesi. Seni en yakın zamanda ülkene göndereceğiz. Seyahat sigortan her şeyi karşılayacakmış. Ama ben gitmek istemiyorum, dedim. Pierre Sapa’daki ormandaydı. Ngoc da kocasının yanına gidecek, ona oğlunu gösterecek. Ben Vietnam’da mutluyum, göndermeyin. Kararı biz vermiyoruz, dedi. Büyükelçilik bir görevli göndermiş. Senin tedavi için Fransa’ya gitmen gerekiyormuş. Peki ya Pierre, o da gelecek mi, dedim. Gelir herhalde. Biraz da sana bağlı. Bana kalırsa burada bırak sen onu. Bırak Ngoc ile mutlu olsunlar. Sen de bulursun bir başkasını. Aşk egoisttir. Kurtul bencillikten. Yüzünü görebilir miyim, dedim. Osho gibi konuşuyorsun, diye de ekledim samimi bir tonla. Ha ha diye kısa bir kahkaha attı. Bak buradayım. Kapının ağzında Pierre belirdi yine. Yeteeeeer diye bağırdım. Git başımdan. Deli ettin beni, git ne halt yersen ye o çirkin aşüfteyle. Sakin ol dedi, elimi tuttu. Kanımın durduğunu hissettim. Kulağıma eğildi ve bir şiir okudu:
Ey şimdi her adımda derin derin soluyan hasta
İşe yaramaz beygir
Uzan olduğun yere dayanmasını bil.
Sönmeyen yanı var mı dünyanın...

 
Dayanmasını bileceğim, dayanacağım, dedim. Gözlerimi kapattım. Pierre’in elleri kayboldu.

Lacivert                                                          
                

                                    

                                                      Ales Komoveç









[1] Öyküde geçen şiir alıntıları Baudellarie’e, kitap Rimbaud’a ait.

[2] Dürien: Güneydoğu Asya’ya ait karpuz ağırlığında, dışı dikenli bir meyve. Ağaçta yetişir. Kesildiğinde pis kokar ama tadı çok güzeldir.