17 Ağustos 2015 Pazartesi

BU SABAH UYANMADIM



1. GÜN

Sıkıcı bir odada uyandığımda gözlerimi bile açamadım. Sıkıcı olduğu sessizliğinden ve kokudan belli oluyordu. Cihazların sesini ayırt etmekte zorlandım önce. Toplam kaç cihazdan kaç farklı ses çıkıyordu? Kaçı bana bağlıydı? Burada kaç kişiydik? Tam olarak kestiremiyorum ama sanırım bir yoğun bakım odasındayım. Eski karım intihar etmeye kalktığında gördüğüm yoğun bakım odasına göre kafamda şekillendirmeye başladım. Penceresiz büyük bir oda. Her yer beyaz. Kapıdan girince sağlı sollu yatan hastalar garip aletlere bağlı yatıyorlar. Uyanık bile olsa kimsenin konuşmaya mecali yok. Ağzına takılan hortumlar yüzünden dudaklarının kenarları morarmış ve susuzluktan inleyen insanlar, burada geçmişte yaptıklarını sorgulayıp aslında ne yapmaları gerektiğini düşünüyorlar. Ve buradan bir çıkış varsa eğer, hemen hemen tüm yaşamları ve hayata bakışları değişecek. Muhtemelen öncelikle sevdiklerini daha çok sevecekler. Onları kaybetme korkusu daha da büyüyecek çünkü yaşamın sanıldığı kadar uzun olmadığı ve ölümün ne kadar hızlı ve umulmadık geldiğini daha iyi biliyor olacaklar. Kollarına ve bileklerine, çıkarıldığında bir süre daha izi kalan pis bez bantlardan yapıştırılmış. Serumlar ve iğneler için takılı duran aparatlar ellerimizin üstüne ve kollarımızın içine sabitlenmiş durumda. Sağ tarafımda, dün gece ders çalışmaya gittiği arkadaşının aşırı alkollü olması sebebiyle Saraçhane’de, Perşembe Pazarı’na dönüşteki bariyerle tanışanlardan biri var. İtfaiye ekipleri kızın kalan parçalarını ve gencin ölüsünü çıkarırken atılan çığlıklar, toplaşan meraklı insanlar, yanıp sönen ışıklar, kararan bir yaşamın burada makinalara bağlı yanımda yatarken “ulan şimdi ne olacak?” sorusunu neden dün sabah annesini ikna etmeye çalışırken değil de şimdi sorduğunu merak ediyor. Sadece kazanmaya odaklı oyunlar oynuyorduk hepimiz. 510 milyon kilometrekarelik oyun parkımız sırf eğlenceyle dolu değil. Az önce yanına gelen doktor, “tekrar yürüyebilir mi?” diye soran hemşireye “önce hayatta kalmasını sağlayalım, sonrasını o zaman düşünürüz” dedi. Kendinde olmamasına rağmen, bunu duyduğunu düşündüğüm kızın, şakaklarından süzülüp yastığının içinde kaybolan pişmanlığını görür gibiyim. Oysa şu an, bu steril yastık yerine bir çimenlikte uzanıp, hayallerini başının altına yastık yapıp, güneşe çevirdiği yüzünü kocaman bir gülümsemeyle dolduracaktı. Bu kızın adını Kader koydum. Karşımda yatan amca (hırıltılarından bir kaç saat önce kalp krizi geçirdiğini tahmin ediyorum) birde ona bağlı aletlerden daha değişik sesler çıkıyor. Benimkilere benziyor. “ne vardı o kadar içlenecek” diyor dışarıda bekleyen yakınları. Bak dayanamadı kalbi oğlunun acısına. “aslanım” dedi, “yiğidim” dedi. “erkek adam yapacak tabi” dedi. Oğlunun ölüsünü görmek. Oğlunun parçalanmış cesedinin başında kalp krizi geçirmek sürpriz bir tepki değil ki. O artık yaşasa bile kalan ömrünü hep kendini sorgulayıp her seferinde mahkûm ettiği mahkemelerde kendini idam ederek geçirecek. Bitmeyecek bir özlemin her gün, her dakika içini yaktığı bir hasret! Hasret amca az önce bu diyardan gitmeye karar verdi. Bir telaş oldu etrafta, ayak sesleri çoğaldı. Birileri geldi koşarak. Sanırım dört kişiydi. Hasret amcayı tekrar hayata döndürdüler. İyi de oldu çünkü makinalardan çıkan sesler tahammül edilir gibi değildi. Ben neden buradayım? Hep burada mıydım? Yoksa bende mi yeniyim? Evet hatırladım. Kimin olduğunu bilmediğim siyah kartalı duvarın dibine park ettim. Sürpriz yapmak için onların gelmesini bekliyordum. Uzaktan “Zeynep!” diye bağıran bir erkek sesi duydum… Sol tarafımdalardı... Sevgilisinin kolunda yürüyen Zeynep “abi” dedi. Arkasını bile dönmeye korkuyordu. Kaçsalar… Artık çok geç. Neredeyse on metre kalmıştı aralarında. Son bir bakışa yetecek zaman kalmıştı belki. Zeynep “seni çok seviyorum” der gibi baktı. Genç çocuksa “senin için ölürüm” der gibi... O gece, sevda uğruna en az bir kişi kurşun yiyecekti. Eli silahlı adamın kemikleri siyah kartalın altında çatırdamadan hemen önce… Üç el silah sesi geldi… İlki sağ koltuğun başlığını delip arka camdan çıktı. İkincisi omuzumu sıyırıp arka koltuğa saplandı. Üçüncüsü, tam göğsümün ortasında kaldı. Sanki olması gereken yere oturmuş bir parça gibiydi. Sadece. “ananı!” dedim… Başka bir şey söylemek için nefes alamadım. O kadar değişik ses var ki. Ama hepsi birbirine benziyor. Bekledikçe belirgin bir melodi çıkıyor ortaya ve ezberleniyor. Bir tanesinin sesi değişse ahenk bozuluyor. Bu sabit ve uzunlu kısalı -bip- seslerini bestelemeye çalışıyorum. Hasret amcaya bağlı olan cihazlar sıkça alarma geçiyor. Birileri koşuşturuyor tekrar sesler normale dönüyor. Hasret amca bugün altı kez öl(e)medi.

NarÇiçeği