30 Mart 2015 Pazartesi

GÖĞÜ DİNLEYEN KADIN

kendisi kuru, gölgesi ıslak bir şemsiyenin altında
uzun uzun öpüşmüştün rüzgârla
sırtında iz bırakırken kanatlı karıncalar
ağzının içinde açmamak için direnen bir gül
ve düşerken gökyüzünü de yanında getiren bir kuş

denize tuz götüren kervanların vardı senin
siyah tanrılar için terleyen beyaz atların
insan nasıl incelirse yaralı bir kirazı ısırırken
nasıl durgun suda alabora olursa kimsesiz akşamlar
kabuğunu sessizce döken bir ceviz sandık gibi
usulca dökerdin taşlarla parlattığın kederini
ayağında kopmuş sandaletiyle üzgün bir yaz
ve azıcık enkaz, yarım bir hazdan kalan

kalbinin akında sönmemek için direnen kireç
parmaklarında ardiyeye çevrilmiş odaların hüznü

bahçeyi zamanla içine alan bir orman gibi
ömrüne dahil ettin kıymeti bilinmemiş kıymıkları
kırlangıç çobanı dedim sana, denizi bekleyen korkuluk
dağ olma yolunda ilerleyen tepelerden geçtin
okyanusa dökülmeye heveslenen göllerden
birbirine karışan otlardan ve oltalardan
gelip oturdun kıyısına şu serin cehennemin

ellerim yerinde olsaydı göstermek isterdim sana
kardeşliğin bulanık gökyüzünde asılı duran kuşları
geceye zehirli oklar saplayan akşamönü şarkılarını
sıcak ikindi çorbalarını, kış gününün ömrünü kısaltan
ağacın belleğinden düşen sararmış yaprakları
göstermek isterdim, aşkı ve diğer felaketleri

arı kovanının ruhunu da gördüm, kahire’nin mor gülünü de
sobanın üstünde sessizlikle konuşan güğümden dinledim
ve duvardaki acem kiliminden düşmüş bir cezveden
sonsuzluğun boynunda kaldı göğü açan anahtar

kızlar, işledikleri mendile saklarmış rüyalarını
oturdukları halının desenine karışırmış oğullar


kahverengi