17 Ekim 2011 Pazartesi

TAMTAM

   

Onları iyi göremiyordum ama hakkımda konuştuklarını biliyordum. Neşeli ve alaycı bir düşmanlıkla bakıyor olmalıydılar bana. Hemen yanımda fısıldayan bir ses duydum. Endişeyle dönüp baktım; kafa kafaya vermiş üç kişi birbirleriyle konuşuyordu.

"Kim olduğunu biliyorum.” dedi, kim olduğunu bilmediğim biri.

“Saklanmaya çalışsa da görüyorum onu."

"Faydası yok." diyerek kafa salladı diğeri. "Saklanarak açığa çıkarıyor kendini."

Yere tükürdü dişlerinin arasından ve devam etti: "Salak! Burada kimse ondan olduğu kişi gibi görünmesini beklemiyor ki!"

Hava soğuk ve beş parası yok." diye alaylı alaylı güldü üçüncü adam. Yüzündeki derin bıçak yarası neşeyle kıvrıldı: "Hiçbir yere gidemez."

Az ötemde çınlayan tiz bir kadın sesiyle irkildim: "Ne tuhaf görünüyor öyle, karı gibi saç uzatmış." diye kıkırdadı. Sonra aniden utandı ve yanındaki adamın arkasına sakladı yüzünü. Oysa hiç gerek yoktu, sis yüzünden göz gözü görmüyordu.

Soğuktu, karanlıktı ve sert rüzgâr yüzümü bıçak gibi kesiyordu. Buna rağmen ter içindeydim. Panikle etrafıma bakıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordum. “Vebali boynuna, işte ben öldüm.” dedi mekanik bir ses. Telaşla sesin geldiği yöne döndüm ama sustu birden ve kayboldu karanlığın içinde.

Daha ben ne olduğunu anlayamadan iki adam üzerime çullandılar, kollarımdan tutup tamtam sesleri eşliğinde, sisler içindeki bilinmeze doğru sürüklemeye başladılar bedenimi. Umutsuzca direniyor, ayaklarımı yerde sürüyordum ama faydası yoktu, çok güçlüydüler. Anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlar, tuhaf, hastalıklı bir coşkuyla kahkahalar atıyorlardı. Kafamı kaldırıp yüzlerine baktım korkuyla. Hayır, ikisini de tanımıyordum, ömrümde ilk kez görüyordum bu adamları. Direnmenin fayda sağlamayacağını anlayınca yalvarmaya başladım. "Bırakın beni n'olur!" dedim. "Yapmayın! Kendi halinde yaşayan biriyim ben. Hiç kimseye kötülük yapmadım!"

Beni dinlemeye niyetleri yoktu; sözlerim, sahipsiz yankılar gibi yok oldu gitti tamtam seslerinin arasında. Sis, yapış yapış sinmişti üzerime, boğuluyordum. Boşlukta, sağır bir gürültünün içinde ilerliyorduk. Bir süre böyle sürüklendikten sonra insan siluetleri görünmeye başladı etrafımda; yüzlerini seçemediğim kaynaşan, karanlık bir kitle. Alkış seslerini andıran sesler tuhaf çığlıklara karışıyor; tepemde solgun ışıklar yayan lambalar, bir ilkel kabile töreni coşkusu içinde göğe yükselen tamtam seslerinin büyüsüne kapılmış, günahkârca sallanıyordu.

Kalabalık, dinsel bir kendinden geçişle uysalca açıldı ve beni ortaya bıraktılar. Tamtam sesleri sustu bir anda, felaket öncesi bir sessizlik kapladı alanı. Yaralı bir hayvan gibi etrafıma bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.

Herkes bana bakıyordu. Bazı gözlerde öfke, bazılarında düşmanlık, bazılarında alay ve merak vardı. Bir kurbandım ben, biliyordum. Birazdan, bu kendinden geçmiş topluluk vahşice kanımı akıtacak, asırlarca önce varlığı unutulmuş kayıp tanrılarına ölü bedenimi sunacaklardı.

Kalabalığın içinden iri kıyım bir gölge, yalpalayarak bana doğru yürümeye başladı. Birkaç kısa vuruş yükseldi tamtamdan. Gölgenin yüzünü seçemiyordum. Adımları dikkatimi çekti, yürüyüşünde bir tuhaflık vardı: Bir kısa adım atıp duruyor, sonra sağa sola hafifçe sallanıp bir uzun adım atıyor, tekrar durup kafasını gökyüzüne kaldırıyor ve gırtlağından yükselen kısa, kesik bir hıçkırığın ardından sıradaki kısa adımına geçiyordu. Bir tören yürüyüşüydü bu belli ki. Hiçbir şeyden emin olamadığım bu sisler içindeki cehennemde emin olduğum tek şey, katilimin kesinlikle bu yaklaşan gölge olduğuydu. Üçüncü kısa adımdan sonra elindeki silahı fark ettim birden; parmaklarının ucunda düşecekmiş gibi sallanıyor, tehdit dolu bir ışıkla parlıyordu. Bütün bedenim korkudan titremeye başladı. Kalabalık, nefesini tutmuş tetikte bekliyordu. Gölge, tam karşımda durdu, ustalıkla mermiyi silahın ağzına verdi ve bana doğrulttu. Kaskatı kesilmiş bekliyordum. Sonum gelmişti. İşlediğim suçun ne olduğunu bile bilemeden ölecek, tanımadığım, biat etmediğim bir tanrının yüzyıllar önce yitirdiği onurunu kurtarmak adına kurban edilecektim. Zavallı hayatım kutsanmış bir kurşunla sona erecekti.

Büyük bekleyişin sessizliğiyle susan kalabalık, kaçınılmaz ölümümü kutsayan sabırsız bir coşkuyla kıpırdanmaya başladı. Vakit gelmişti. Umutsuzlukla dizlerimin üzerine çöktüm, ağzımı zorlukla açtım, titreyen bir sesle, Amerikan filmlerinden kotardığım o cümleyi söyledim:

"Bir karım ve kızım var benim. Yapmayın!"

İşe yaramadı. Kutsal gölge, belli belirsiz sallanarak üzerime eğildi; silahı önce bana, sonra havaya doğrulttu ve tetiğe bastı. Kulaklarımı sağır eden bir gürültü yankılandı karanlıkta. Bu ilk denemenin ardından şimdi hedef bendim. Yüzünü yüzüme küstahça dayadı, gözlerini gözlerime dikti ve bir hırıltı çıkardı ağzından. Sapsarı dişleri ay gibi parlayan bu kutsal gölgeyi tanıdığımı fark ettim o anda. Önce neşeyle hıçkırdı, alkollü nefesi yüzümü yalarken bütün dişlerini göstererek sırıttı ve sonra boğuk, çatallı bir sesle böğürdü karımın küçük dayısı: "Hadi enişte! Halay çekeceğiz. Oturmaya mı geldin?"

-Bitti

Şatov Grisi

                                               
                                                                 Rene Magritte