Bir sincap gözüktü
yıllanmış eski püskü hastane penceresinin demirlerinin hemen önünde. Elinde
ufak bir ekmek kırıntısı bir sağa bir sola hızlı hızlı hareket edip elindekini
yemeğe uğraşıyordu.
-İşte bu sincapla başlar her şey dedi Hakkı hasta bakıcısı
Metin’e, hasta yatağında yorgun elini havaya kaldırıp penceredeki sincabı
göstererek.
Hapishanedeki bir kavgada şişlenmişti Hakkı, ameliyat için
hastaneye yattığından beri de yaşamanın ne kadar güzel olduğu konusunda
tartışırlardı Metin’le.
-Hiç çocuk olmadın mı sen? Diye sordu. Hiç mi kuş
kovalamadın, hiç mi hayvan sevmedin, hiç mi yağmurda ıslanmayı umursamadan
koşturup, misket oynamak için yerlerde dizlerini parçalamadın? Tekrar sincabı gösterip,
-Hiç mi onun kadar özgür olmadın? Onun yaşadığı hayata
özenmedin?
Hadi oradan
dercesine kafasını çevirdi Metin.”Bir sincaba mı özeneceğim?” diye söylendi
içinden. Kendince zor bir hayatı vardı. Vefat eden annesinden yadigar üç
kardeşi, babasının ikinci eşinden de bir üvey kardeşi vardı. Üvey annesi
çalışmaz ev işleriyle ilgilenir, babası da ne iş olsa yaparım der, o ay
yevmiyesini kim verirse nereden iş bulabilirse orada çalışır evine ekmek
getirirdi. Ama yine de yetiremezler çoğu gece yatağa karınları tok
giremezlerdi. Bu yüzdendir Metin’de küçük yaşlarından beri çalışmış hiç değilse
sofrada kendi tabağını kendi doldurmaya çalışmıştı. İsyan ederdi hep yaşamına
“Neden?” diye sorardı kendi kendine. Çoğu yaptığı işten memnun olmaz sürekli iş
değiştirirdi. Bu hasta bakıcılık işine başlayalı da sekiz aya yakın olmuştu.
İlk yılı doldurup tazminatıyla ayrılmak vardı kafasında ama daha dört ayı vardı
ve katlanmak zorundaydı bu çoğu yaşlı ya da ağır hasta insanların hallerine.
Öyle de sinir ediyorlardı ki onu. Hemen hepsi sanki hasta değilmiş sanki onlar
ölmeyecekmiş, ameliyat olmayacakmış ya da yakınlarını bir daha göremeyecekmiş
gibi değil de hiç ölmeyecekmiş gibi yatıyorlardı eskimiş paslı yataklarında.
Tekrar döndü
Hakkı’ya doğru. Çarşaflarını değiştirmiş, kırılan serum şişesinin yerde
bıraktığı izleri silmiş ve odadaki işini bitirmişti.
-Benim hiç misketim olmadı dedi. Ayrıca yağmurda
ıslandığımda da üvey annemden dayağı yerdim.
-Sen beni düşüneceğine kendine dikkat et. Dedi ve sincaplara
da bu kadar özenme. Sen uzun bir süre onlar kadar özgür olamayacaksın.
Kırklı yaşlarının
sonundaydı Hakkı. Eski bir kan davası yüzünden ailesiyle uzaklara kaçmış ama o
kirli kan kokusu peşini bırakmamıştı. Köyden canını almaya gelen iki hasmından
biri onu öldürmek için evinin önünde pusuya yattığında her şeyden habersiz
oğlunu okuldan almak için evinden dışarıya çıkıyordu. Hasımı önce haince
üzerine atlamış sonrasında çıkardığı bıçağı Hakkı’ya doğru savurmuştu. Şansı
yaver giden Hakkı o soğuk demirin tadına bakmaktan kurtulmuş çevik bir
hareketle de hasmının böğrünü deşmişti. Gençten bir delikanlı olan kanlısının
henüz dünya üzerinde tükettiği oksijen bitmeden de köyden gelen diğer hasmının
nerede kaldığını öğrenmişti. Bu kan onun peşini bırakmayacak belki de oğlu da
tehlikeye girecekti. Sadece bu cinayetle tutuklansa nefsi müdafaa ile ufak bir
cezayla sıyrılacak olduğunu bile bile diğer hasmının kaldığı küçük pansiyona
bir hışımla vardı ve ikinci cinayetini de hiç değilse oğlu bu kanla kirlenmesin
diye bir an bile düşünmeden işledi. Teslim olduğunda taammüden adam öldürmek
suçundan yirmi yıl hapis cezası alması korkutmamıştı gözünü. Kilitli kapılar ya
da aşılmaz duvarlar onun yaşama sevincini engelleyemezdi. Ailesini de hapishane
yakınında kimselerin bir daha onları bulamayacağını düşündüğü bir yere köyden
birkaç akrabasıyla birlikte yerleştirmişti. İnsanları severdi, bir o kadar
insanlarla kavga etmeyi de, kuşları severdi, bir o kadar da, dallarında
tutunamayacak kadar sert esen rüzgarın sesini de. Yani yaşamayı severdi.
Duvarların içindekini de dışındakini de.
Odanın kapısını
açtı Metin, kapıda eli silahlı bekleyen iki jandarmaya selam verdi. Hastanın
durumunu soran genç delikanlıya,
-Yaraları iyi. Hele ki bu yaşama zevki yok mu, hapishanede
18 yılı daha var, şişlenip hastanede can çekişiyor ama yinede kuşlardan,
rüzgardan, sincaplardan bahsetmekten zevk alıyor diye kafa salladı.
-Size iyi görevler bir isteğiniz olursa seslenin bana dedi
kapıda bekleyen jandarmalara ve işine devam etti Metin. Yan odaya geçti. Kanser
tüm vücuduna yayılmış doktorların umudu kestiği Ahmet beyin odasına girdi. Tüm
güleçliğiyle karşıladı onu Ahmet Bey.
-Aç ulan şu perdeleri yağmur var galiba dışarıda diye
seslendi. Sanki yağmur yağsa çok şey değişecekti hayatında da. Söylenerek açtı
perdeyi Metin.
-Ya sizin şu Doktor Muhsin Bey yok mu? Öldürecek bu adam
beni gülmekten. Yine bir Bektaşi fıkrası anlattı ki sorma, gülmekten karnıma
ağrılar girdi. Dur sana da anlatayım.
Yüzünde bir
somurtmayla dinler gibi yaptı. Fıkralık bir hayatı yoktu. Ay sonu nasıl
gelecek, alacağı maaşla hangi borçlarını ödeyecek, sevdiği kızla kavga etmeden
bir günü daha nasıl geçirecek, nasıl daha iyi bir hayat sürecek kafasında
sadece bunlar vardı. Yalandan bir tebessümle “Vay be Ahmet bey” dedi yarısını
bile dinlemediği Bektaşi fıkrasının sonunda. Yatağa yöneldi Metin. Usulca
koluna girip yataktan yandaki koltuğa kaldırdı Ahmet beyi. Çarşafları ve yastık
kılıfını değiştirdi, tuvaletler temiz mi diye baktı, yerleri şöyle bir sildi.
Konuşmadı hiç Ahmet’le, zaten ne konuşabilirdi? Adam tüm vücudunu kansere yenik
düşürmüş hala neşesi yerinde ve Metin’in sinirini bozmaya birebir biriydi.
Ağzından çıkacak her kelime canını sıkar diye konuşmamaya, göz göze gelmemeye
özellikle özen gösteriyordu. Ama Ahmet Bey dayanamadı daha fazla.
-Bu yağmurun yağacağı yok. Saatte yediye geliyor. Aç bakalım
şu televizyonu da ajansa bakalım biraz dedi.
-Orada mutlaka söyler yağıp yağmayacağını. Güzel ülkemde
neler olmuş havadisleri de öğrenmek lazım.
Ameliyat masasından
kalkabilmesine ihtimal vermeyen doktorların olduğu bir hastanede, sadece
yağmura kederlenip, ülkenin durumunu merak etmek hastalıktan da beterdi Metin
için. Gitti televizyonu açtı, bir haber kanalı buldu, Ahmet beyi tekrar
yatağına yatırdı.”Dinle bakalım ne olmuş herkesin mutlu mesut yaşadığı ülkende”
diye kinayeli bir konuşmayla odanın kapısını çarpıp çıktı.
Gündüz kalkıp işe
geliyorum tüm bu zırvaları çekiyorum geç saatlerde eve gidip zar zor alınan
hiçte sevmediğim yemeklerden yiyorum saçma gelen ama başka bir seçeneğim
olmadığını düşündüğüm dizileri izleyip yorgun ve işe yaramaz vücudumu yatağa
bırakıyorum diye düşündü. Ve ertesi gün aynısı ve bir daha ve bir daha, sekiz
aydır her günüm aynı. Mutlu olacak yaşamaya değecek ne var ki? Diye düşünürken
koşuşturmaları gördü. Birkaç hemşire sedyeyi olanca hızlarıyla kapıya doğru
yetiştirmeye çalışıyorlardı. Kapıda beliren askeri aracın içinden üç dört asker
fırlarcasına atladı. Kan revan içinde kalmıştı üstleri ama bir yaraları
olmadığı belliydi. Aracın arkasından Metin’in daha önce hiç görmediği kadar
harap olmuş neredeyse paramparça vaziyette bir asker indirdiler. İlk
görebildiği kadarıyla iki bacağı da yoktu. Tek kolunun da sadece dirsekten
yukarısı bedeninden sarkar vaziyetteydi. İçi acıdı Metin’in, bu mu hayat diye
düşündü, tekrar sordu bu çaba neden diye kendine. Arkadaşları yaralı askeri
sedyeye yatırdıklarında doktor da başlarındaydı. Nabzını yokladı, atmıyordu,
yüzü hala belli belirsiz seçilebilen gencecik askere baktı ve onu getiren
arkadaşlarına döndü. “Maalesef nabız yok” dedi. “Kaybettik.” Çocuğu getiren diğer askerlerde çocukla aynı
yaşlardaydı. Kandan kıpkırmızı olmuş ellerini yüzlerini hiç değilse az da olsa
temizlemeleri için yanlarına doğru gitti Metin. Onlara birkaç bez verdi.
Çocuklar henüz ölmüş arkadaşlarının kanını vücutlarından temizlerken, “Nasıl oldu
bu?” diye sordu. Yeni bitmişti gencin eğitimi gönderildiği bölükte daha ilk
gününde çıktıkları mayın aramasında basmıştı mayına, paramparça olmuştu vücudu.
Arkadaşları serzenişteydi, belki onlarda bir hafta sonra belki o kadar bile
uzakta değil bir kurşunun hedefi ya da bir mayının kurbanı olacaklardı. Ama
sinirleri yatışsın diye içerlerken sigaralarını, ne zaman biter bu terör, ne
zaman döneriz evlerimize, bu haber duyulursa anaları babaları ne yapar, onların
sağ salim eve döneceklerinden şüphe ederler mi? Diye tartışıyorlardı. Bir
tanesi derin bir nefes çekti sigarasından ve şafak Konya dedi. 42 gün kalmıştı
askerliğinin bitmesine. Biteceğinden o kadar emin o kadarda umutluydu ki ölen
arkadaşına rağmen. Şaşkınlığını gizleyemedi Metin. Neyse diye söylendi yine,
çocuğa da canı sıkılmıştı. Henüz askerliğini yapmadığı için korkmuştu da.
Mesaisi bitmek üzereydi sadece alt kat kalmıştı. Hızlıca sıradaki iki üç odaya
girip işlerini halletti. Sonraki oda ya girerken yine tedirgin oldu. Hasan
amcada hayatı dolu dolu yaşayan bir adamdı.
-Ooo hoş geldin evlat diye seslendi Metin’e Hasan amca.
Nasılsın oğlum dedi. Nasıl bekar kalıyorsun bu yakışıklılıkla diye kıs kıs
güldü ve kızım olsa senin gibi bir damadım olsun isterdim diye ekledi. Bu sevgi
dolu cümleler bombardımanında bir an bocaladı Metin ama tekrar o mutsuz negatif
tavrını takınması uzun sürmedi. “Sahi” dedi Metin “Senin niye yok çoluğun
çocuğun.” Biraz moralini bozmaya niyetliydi Hasan amcanın. Ama hiç oralı olmadı
Hasan amca.
-Bütün doğa benim çocuğum dedi. Kuşlar, ağaçlar, böcekler
hepsi babaları gibi severler beni.
Metin tekrar üstüne gitti, kılıçlar çekilmişti bir
kere.-Aman dedi zaten çocuğun olsa ne olacak? Az önce pırıl pırıl bir vatan
evladını, bir ana kuzusunu paramparça olmuş bir şekilde getirdiler hastaneye.
Kim bilir hangi ananın gözünden sakındığı bebeği, hangi babanın soyunu devam
ettirecek biricik oğluydu?
Ölümden korkardı
Hasan amca, yetmişli yaşlarında kalbi iyice zayıflamış ölüm döşeğinde olmasa da
çokta uzun ömrü olmayan bir yaşlıydı.”Allah rahmet eylesin” dedi. “Allah
anasına babasına sabır versin. Ne yiğitler devrildi bu vatanın toprağı için. Ne
çok şehidin kanıyla sulandı bu topraklar.” Metin’in amacını anlayıp konuşmasına
fırsat vermeden ekledi. “Bende yeni zeytin fideleri ekmiştim kalbim teklemeden
önce. Bu körpecik şehitlerin suladığı topraklar verimlidir çok, kıymetini
bilmek lazım. Bu sene olmaz ama seneye kesin toplarım zeytinleri. Ne güzelde
olur benim ağaçtan alınan zeytinin. Diğerleri içinde bir fabrikayla anlaşayım
diyorum, zeytinyağı için güzel para veriyorlarmış. Üç beş harçlığımızı
çıkartırız hiç değilse.” Diyip kıkırdadı. Sanırsın ortaokula giden çocuk diye
düşündü Metin. Yarına çıkacağı garanti değil hala harçlık derdinde.
-Tabi Metin amca, tabii dedi. Seneye olmazsa öbür sene kesin
toplarsın zeytinleri. Bana da birkaç kilo yollarsın herhalde. Diye iğneledi
aklınca.
-Ayıp ettin evlat dedi Metin amca. Adresimi bırakacağım
sana. Muhakkak bekliyorum, yengen bir zeytinyağlı yaprak sarması yapsın
parmaklarını yersin.
-Sağ ol Metin amca, sen sağ ol yeter ki gelirim elbet. dedi
pekte umudu yokmuş gibi ve sanki bu gece bile son gecesi olabilirmiş gibi
hakkını helal et diyerek çıktı odasından.
Mesainin sonu
gelmişti. Hazırlıklarını yapıp evine gitmek üzere çıkış kapısına doğru yürürken
gözü özel bir odada tutulan kimyagere takıldı. Askeriye için çalıştığı sırada
kimyasal bir silah yapımında görev almış ancak çıkan sorun yüzünden depolarda
sızma olmuş diğer arkadaşlarıyla beraber hayatlarını hiçe sayıp başka insanlar
kurtulsun diye laboratuvarlardan çıkmayıp zehirli kimyasalların fabrika dışına
çıkmasını engellemişlerdi. Sırt sırta verdiği dostları çoktan hayatını
kaybetmiş o da son zamanlarını hastanede sadece özel giysiyle girilebilen bir
odada müşahede altında geçiriyordu. ”Ben olsam böyle boktan bir hayata rağmen
canımı başkaları için feda edebilir miyim?” diye düşündü Metin. Karar da
veremedi ama “yapamazdım” fikri ağır bastı omuzlarında. Yürümeye devam etti
görevini akşamcı hasta bakıcıya bırakıp gerekli kağıtları imzaladı ve evinin
yolunu tuttu. Aynı yemekler, aynı diziler, aynı saatte yatış, aynı saatte
kalkış ve sabahına yine aynı hastahane, aynı hastalar. Kapıdan girdiğinde yine
içi sıkıldı.
Sırayla yaptı
vazifelerini Hakkı, Metin amca, Ahmet Bey ve tüm diğer hastalar. Akşama
nöbetçiydi, biraz dinlenmek için kuytu bir odaya çekilip biraz kestirmek
istedi. Hakkı’nın son günüydü diye düşündü birazdan taburcu olacak. Ama
umursamadı sevmezdi vedalaşmaları, çokta haz etmemişti zaten bu mutlu mesut
adamdan. Zaten karısıyla çocuğu da demir parmakların ardından görmek yerine
doya doya sarılmak için geleceklerdi hastaneye. O mutlu mu hüzünlü mü olduğuna
karar veremediği tabloyu görmek istemeyip koydu kafasını yastığa. Uyandığında
başında bir torba misket ve bir not buldu. Hakkı hastaneden çıkacağı günü
ailesine bildirirken küçük oğlundan da o çok sevdiği misketlerini getirmesini
istemişti. Oğlu “Neden?”diye sorduğunda da buradaki bir arkadaşımın senden daha
çok ihtiyacı var onlara demişti. Taburcu olurken de bir hemşireye rica etmiş,
Metin’e vermesi için bir kağıt parçasıyla beraber eline tutuşturmuştu. Misketlere baktı Metin sonra notu açtı.
Sevgili dostum hayat bu şiir gibi diyordu notun başında hayat, yaşamaya dair.
"Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve
ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün
yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine
ki,
mesela, kolların bağlı
arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir
laboratuvarda
insanlar için
ölebileceksin,
hem de yüzünü bile
görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna
zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek
şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin
halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın
ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela,
zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan
kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde
ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır
bastığından.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık
hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali
de var.
Duymamak mümkün değilse de
biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz
anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye
bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla
bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye
değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orada ilk hücumda,
daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek
de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz
bunu,
fakat yine de çıldırasıya
merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan
savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun
açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte
yaşayacağız,
insanları, hayvanları,
kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki
dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede
olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi
yaşanacak..."*
*Nazım Hikmet Ran
Fluorit Mavisi