17 Eylül 2014 Çarşamba

NERELERDEYDİM?


Okumaya dalıp, kahvesinin fincanında dokunulmaksızın soğuduğunu, sigarasının küllükte kırılgan bir yol gibi uzayıp gittiğini fark ettiğinde – ilk şaşkınlığın ve ardından gelen ayma halinin hemen sonrasında – içi sevinçle doldu. İçi gerçekten sevindi. Göğüs kafesinde irileşen, kabaran kalbini duyumsadı. Hoşnut bir şaşkınlıkla sağına soluna bakındı. Söyleyecek kimse yoktu; kendine söyledi: bu benim! Aaa, bu gerçekten benim. Ne zamandır yoktum – aylar mı geçti; belki birkaç kısa yıl – nerelerdeydim?

( Neredesin, sorusunun ağzımdan kendiliğinden döküldüğü gecelerdeydim. Ama bunun bir önemi yok! Ama bunun bir önemi yokmuş! Yok, çünkü gündüzleri insan yapar ama gecelerden sorumlu tutulamaz. O yüzden bunun bir önemi olmadığını söylüyordum kendime. Gecenin iradesine kim karşı gelebilir ki ve kim, gece tarafından ele geçirilmiş ağızından, eli kalem tutan parmaklarından sorumlu tutulabilir ki?)

Kırk yıl hatırı var ama kırk yıl içmesem aklıma gelmez, dediği kahveye uzandı. Temkinli bir yudum ve öngörüyü yok saymanın sonucu, soğumuş kahvenin güçlükle yutulması oldu. Bir yandan aymazlığına güldüğünü fark etti. İkinci bir sevinç dalgası yaladı geçti. Kendime gülmez olalı, diye düşündü. Gecenin kölesi olmakla kalmayıp, üstümde eğreti duran bir avallığı da buyur etmiş olmalıyım söylediğime, söylemediğime, düşündüğüme ve düşünmekten bilerek uzak durduğuma. Nereden geldiği belirsiz bir kuşkuyla gölgeleniyor sevinç. Ya bu da başka bir tür aymazlıksa? Ve ben tüm bu şaşkınlıkla nerelerdeydim sahi?

( İnancın, inanmanın korunaklı ve huzurlu kollarından düştüğümde bile olan biteni kavramanın çok uzağındaydım misal. Ama bunun da bir önemi yok. Ama bunun da bir önemi yokmuş! Düşersen kalkarsın. Kalkar, sağını solunu yoklar, hasarı kabullenir ve yola devam edersin. Yeter ki düşüşüne sevdalanma! )

Kahve fincanı bırakıp sigaraya uzandı. Çay için birilerine bakınırken, kahve de neyin nesiydi, diye düşündü. Sevmem ki ben kahve. Hiç sevmedim ki. Bir yandan kitaba dönmeyi isterken bir yandan da kendine dair bu yeni farkındalık üzerinde biraz daha düşünmek; kuşkuyla gölgelenen sevinci bir parça daha ‘sahici’ kabulüyle içine çekmek istiyor. Birine anlatabilse, yüksek sesle söyleyebilse: Bu benim galiba. Bu, bir zamanlar ‘ ben ‘ dediğim şeye çok benziyor. Sorma bilmiyorum, nerelerdeydim…

( Öleyazmış bir çiçeğin derdindeydim. Bir zamanlar pembe çiçekler verdiğini bildiğim bir sardunya. Gün gün soluyor olmasını umursamadığım, görmezden geldiğim üstüne üstlük bunun suçluluğuyla kıvrandığım gecelerde. Onu göz önünden ayırmamanın hangimize biçilmiş bir ceza olduğunu düşünmekten kaçındığım; kendimi kalemin sürükleyişine teslim ettiğim o tuhaf ve ağzımda belli belirsiz bir acılığa razı geldiğim gecelerde.)

Çiçeği düşünüyor. Son bir haftadır yapraklarında baş gösteren canlanmanın ve ardından küçük pembe çiçeklerin utangaç bir yavaşlıkla birer birer patlayıverişindeki başarı hissini düşünüyor. Çiçek ölüyordu. Ölsün istiyordum ben de, diye itiraf ediyor. Sona eren bir şeyi, herhangi bir şeyi görmenin tüm ağrıları dindirecek bir otayışa dönüşebileceği sanısına kapılmışlığımla, haindim. Bir şey ölsün, yok olsun. Olsun ki üzerinde yürünebilecek yeni yollar açabilmek için gereken arzuyu getirsin beraberinde. Sonra, tüm sabahlar gibi başlayan o sabah geldi. Uzun sürmüş bir geceden miras, neye olduğu belli olmayan cılız bir öfke, çaya eklenen sigaranın dumanını savururken göze takılan çiçeğin duruşunda içi ezen bir sızı. Fark edilmeyi uzun süre beklemiş, beklerken can çekişmiş bir çiçeğin serzenişi: Nerelerdeydin?

( Su yetmez, gitmeye yüz tutmuşu döndürmeye’nin öğrenmesindeydim. Sevilecek bir yanı kalmamış solgun yapraklarını okşadığım; teması onlarca hikâye ile süslediğim hayret verici bir gevezelikteydim. Konuştum, konuştum, konuştum. Öyle çok konuştum, öyle çok anlattım ki bir dinleyiciye muhtaçlığımı kendi ezasından önemli bulan çiçeğin canlanmaktan, pembe çiçeklerinin sevincini önüme sermekten başka çaresi kalmamış gibiydi. Diriminin bana da sirayet edeceğini aklıma getirmeksizin yaşasın istedim. Ölsün istediğim bir şeyi yaşatmak için didindiğim yerdeydim bu yüzden.)

İstediği çay nihayet önüne konulduğunda memnunlukla gülümsüyor. Hafifçe arkasına yaslanıp, geriniyor. Akşamın inişine az kaldığını düşünüyor. Uzanıp kitaba dokunuyor okşar gibi. Çaydan bir yudum. Sevincini nerelere saklasa bilemediği bir söz’ün anısı geliyor ilkin, az önce dalıp gittiği satırlardan aklında kalmış o benzetmenin – ‘ alçalan güneşin cenazesi’ - yeniden hatırlanışı, dile gelmeyecek bir yanlışlığın nihayetinde kabullenilişinin verdiği rahatlama. Çaydan bir yudum daha. Durup dururken arzuya dönüşen kahve isteminin anlamsızlığına gülüş. Yine. Kendine kocaman gülüş. Bak, güneş de alçalıyor. Tüm bunları unutacak denli kaybolmuş muydum? Nerelerdeydim?

( Kendini bağışlamanın, bağışlayabilmeyi öğrenmenin ya da, ezalı yollarında düşmenin ve kalkmanın eğitimindeydim.)

Kahvenizi içmemişsiniz, sevmediniz mi yoksa, diyen garsonun sesiyle çıkıyor basit bir sorunun zor cevap çabasından. Dokunulmamış kahvenin yanında duran dibi çoktan görünmüş çay bardağına bakıyor. Gülümsüyor. Kahveye, çaya ve garsona.

Kahve sevmem ki ben, diyor. Hiç sevmedim…

Üçrenk Kırmızı