Başına toplanmışlar. Üç beş kişi ya var ya yok. Bir de yerdeki tabii. Yerde yatanın gözleri kapalı ve dikkatle bakıldığında bile nefes alıp almadığı anlaşılmıyor. Yüzündeki ifade ölü, yatışından ise umulmadık bir canlılık yayılıyor. Bacakları başında birikenleri, bir anda çil yavrusu gibi dağıtacak ani bir sıçrayışa hazırlanırcasına kıvrılmış. Ellerinden birini destek almak istermiş gibi yere yapıştırmış, diğer eli yumruk. Neye yumruk belli değil, kavgaya belki ya da saklamaya.
Kalbi durmuş, diyor ayaktakilerden biri, yüzünde noktayı koymaya hevesli bir ifadeyle. Tam karşısındaki kuşkulu bakıyor, kontrol etmeli ve emin olmalıyız, diyor sesi duyulur duyulmaz. Kimse kıpırdamıyor. Tam bu sırada hava titriyor, esinti yerdekinin saçlarından bir tutamı yüzüne kapatıyor ve hareket yerdekinin fısıltısını hiçbirinin kulaklarına ulaşmasına izin vermiyor.
( bir kalbe sahip olduğuma inanmama yeteceği bulabileceğimden emin olabilseydim…)
Acısı yok, diyor o ana kadar hiç konuşmamış biri. Gözlerini yerdekinin saçları arasından görülen yüzüne dikmiş, acı çekmiyor. Kimse diğerinin acısını duyamaz, itirazı kuşkuyu bir maske gibi yüzüne giyinmişten geliyor. Her acı, onu duyana aittir. Cılız kalabalık kendisine benzeyen cılız bir tartışmaya tutuluyor. Önce her kafadan bir ses çıkıyor acıya dair. Yatışındaki fiyakayı kanıt sunuyor biri acının varlığına, ağzının kıvrımındaki haz izi işaret ediliyor buna karşıt olarak; acı aforizmaları savruluyor havaya. Yokçulardan biri, bakın bakın diyor, ne gölgesi var ne ayak izi. Aynı anda şiiri anımsıyorlar. Biri tutup okuyacak, "gölgen yok senin, ayak izlerin yok / Neden mi? acılar barınmamış ki sende / Mutluluk yok mutsuzluk yok" diyecek oluyor, hep bir ağızdan konuşan acı bilmişlerinin sesine karışıp gidiyor ağzından dökülen dizeler. Acı var mı yok mu tartışması uzadıkça, bilincin belirlediği kavram canavarlaşacak ölçüde besleniyor.
( acının bir tür iktidar-sızlık olduğunu bilebilecek güçte olabilseydim…)
Ters yönden bir esinti, yerdekinin yüzüne kapanmış saçlarını savuruyor öte yana. Ayaktakiler sus pus oluyorlar. Gözler yüze dikiliyor. Huzur var yüzünde işte, diye atılıyor son noktacı. İtirazcılar boş durmuyor elbette. Tek tek çatışmanın bıraktığı izleri gösteriyorlar kanıt diye. Huzur belli bir amaca doğru hareket etmekten çok bir durağa gelmek gibidir. Bir boşluğun üstesinden gelmekten çok, bir son durum, bir tamamlanmadır diye anlatıyor sesi gür çıkan. Bu yüzde dur durak göremiyorum, diye bitiriyor sözlerini. Yakından bakmak için eğiliyorlar yüze doğru.
(‘yüreğin buruşuk kâğıt gibi sıkılması’nın bir gün sona ereceğine inanabilseydim…)
Şu alnındaki çizgi, diye gösteriyor içlerinden biri. Bu çizgi anladığını gösteriyor; anlamış biri bu. Şu anda cehennemde olmalı, diye atılıyor beriki. Hepsi birden dönüp ona bakıyorlar. Neden sonra biri itirazını sunuyor. Hayır, diyor. Hasarlı biri. Hasar anlayamamaktan kaynaklanır. Eli yerdekinin şakaklarındaki çizgiyi işaret ediyor. Sesleri yükseliyor yine. Anlamak ve anlamamak üzerine cümleler gönderiliyor karşılıklı. Kimi sahibine ulaşıyor, güçsüz kalan kimi de yerdekinin üzerine düşüp, onu kaplayan bir örtüye dönüşüyor.
( anlam’a eklenebilecek harfleri bulacağımdan şüphe duymasaydım…)
Susmayı becerememiş biri olduğu fikri çıkıyor birinden. Çenesindeki gerginlik ve aralık dudakları işaret ediliyor. Şüpheci yerdekinin yüzüne yaklaştırıyor yüzünü. Özleminin kurbanı olmuş bu, diyor. Susmak özleminin kurbanı olmaktır, bilmez misiniz? Susma üzerine büyük bir gevezelik baş gösteriyor hemen.
( susmanın “her şeyi açıkta bırakır”lığından bunca ürkmeseydim…)
Saat geç oldu, diye bildiriyor orada dikilmekten ve söz yarıştırmaktan bıkmış biri. Bir yerlerde ise henüz erken, diye atılana öfkeyle dikiyor gözlerini. Yerdekini ne yapacaklarını tartışmanın sırası gelmiş olmalı ki, onu kendi haline bırakmakla göz önünden çekme seçeneği konuşuluyor uzun uzun. Sonunda seçeneklerden hangisinin daha akıllıca olacağı konusunda asla yeterli bilgiye sahip olamayacakları için eylemsiz kalmaları gerektiğini savunanların sesi diğerlerini bastırıyor. Eylemsiz kalmanın, orada dikilip yerdekine bakmayı sürdürmek anlamına gelip gelmeyeceği sorunu hepsinin içini bulandırıyor.
(“ sis her şeye harika bir güzellik katar”a rastlamamış olsaydım…)
Yerdekinin yumruk yaptığı elin parmaklarının yavaşça açılmaya başladığını ilk gören kuşkuyu meslek bilmişlerden biri oluyor. Telaşla diğerlerini uyarıyor. Sözleşmiş gibi hızla uzaklaşıp, gözden yitiyorlar. Açılan avuç, ayasında sakladığı bir çift zarı üzerinde yattığı kaldırıma yuvarlıyor.
( her tür düşünce zar atımıdır, diyor Mallerme. O’dan yana attığım zarlar boşluğa savrulurken içimden yineliyorum defalarca: her tür düşünce zar atımıdır. Ve aslında şansa hiç güvenmiyorum. Bu böyle oluyor, zihnimdeki zarları savurmaktan başka umar bulamıyorum.)
Zarlardan birinin adı krinein, diğerininki ise epokhe.
ÜçRenk Kırmızı
Jean Fautrier