Bir
kadın sizin hem cennetiniz hem de cehenneminiz oldu mu hiç? Her gece
gözlerinizi onunla kapatıp, sabah uyandığınızda gözlerinizi açmadan evvel,
yanınızda olmasın diye dua ettiniz mi? Onu en çok istediğiniz anlar, aynı
zamanda onun çok uzaklarda olmasını dilediğiniz anlar oldu mu? Her akşam,
evinizin balkonundan sokağa ve uzaklardaki denize bakarken, sevdiğiniz kadın
köşeden dönüp de kadrajınıza girdiği anda, onun başka bir evin kapısını
çalmasını beklediniz mi? Altı yıldır her gün bu soruları kendi kendime sormakla
geçiyor ömrüm. Altı yıldır cenneti ve cehennemi bir arada yaşıyorum Ceyda’yla.
Her
insan, hayatına giren bir sevgilinin, onun bütün ilkleri olmasını ister. Ceyda
benim bütün ilklerimdi. Onu 15 yaşındayken tanıdığımda, onun göğsünde
yaşlanacağımı biliyordum. Çünkü ne ellerim eldi onu tanıdıktan sonra, ne
saçlarım saç, ne de düşlerim düş… Beni yıllarca havada bir toz zerresi gibi
savuran rüzgâr, sonunda getirip onun avuçlarına bırakmıştı. Hiç tanımadığınız
bir şehirde, size daha önce duymadığınız ama çok yakın gelen şarkılar söyleyen
bir kadın tanırsanız eğer, o şehrin gökyüzünü kırpılmış yıldızlar süslüyor
demektir artık. Üstelik körfezden yükselen lağım kokusu, yerini sabahın
kokularına bırakmıştır.
Ceyda
benim her şeyimdi ama son altı yıldır bacaklarım oldu. Bacaklarımı o sarı
limanda bıraktığımdan beri, artık onunla yürüyorum aşınmış yollarda. Oysa en
çok, bir buz tabakasının üstünde yürümeyi isterdim onunla. Dengede durmaya
çalışarak, tam düşeceğim anda onun kollarına tutunarak… Ama o kadar başarılıyım
ki artık bu konuda. Tekerlekli sandalyemin üstünde, hiç sarsılmadan
yürüyebiliyorum artık buzların üstünde. Artık düşerim korkusuyla benim ellerim
gitmiyor onun kollarına. Tam tersine onun elleri oluyor sandalyenin soğuk
demirlerine yapışan.
Babam
hiç istememişti Ceyda’yı. Tanıştığımızın dokuzuncu ayında, onu Aydın’a, babamın
evine götürürken, babamın yüzünde belirecek olan ifadeyi görebiliyordum. Yol
boyunca konuşmamıştık Ceyda’yla. Buna rağmen tedirginliğimi, endişelerimi
anlamış, ‘dilersen vazgeçebiliriz hâlâ’ demişti inmemize yakın. Susmuştum.
Susmuştum ama babam nasıl karşılarsa karşılasın, annemin aramızda bir denge
kuracağını, babamı bir şekilde ikna edeceğini biliyordum. Hayattaki en büyük
yanılgım bu olmuş oysa. Hayatının geri kalan kısmında ne annem babamı ikna
edebildi ne en ufak bir yumuşama belirdi babamın kalbinde. Ceyda’yı tanıdığı
gün nasıl öfkeyle benim üstüme yürüdüyse, ölene kadar geçen zaman boyunca hiç
konuşmasa da aynı öfkeyi hissettirdi bana.
Sıcak
bir ağustos akşamı, babam kalp krizi geçirip hastaneye yattığında, Ceyda’yı
ikinci kez götürmüştüm Aydın’a. Ceyda yol boyunca ağlamıştı. Sanki bir şeyleri
ispat etmek ister gibi, ne olursa olsun Ceyda’dan vazgeçmeyeceğimi anlatmak
istiyordum babama. Onun için yanımdaydı. Onun yüzüne bir kere daha baksın, beni
ne kadar mutlu ettiğini görsün istiyordum. Babamı son görüşüm oldu bu.
Hastanenin o soluk ışıklı odasında, annemin saatler süren dil dökmesinden sonra
benimle konuşmaya razı olmuş ve tek bir cümle çıkmıştı ağzından: “Seni asla
affetmeyeceğim Güner.”
Onun
ölümünden sonra, uykularımı bölen, hayatımı katlanılmaz kılan bu cümlesi oldu
hep. Ceyda kaç defa gitmeye niyetlendi, engel oldum. Annem, sararmış bir ot
gibi sallanıp duran o kadın, babamın ölümünden sonra toparlayamadı bir türlü.
Ne kadar yanıma almak için çırpınsam da, ne babamın mezarını ne de ölümüne
bağlı olduğu toprağını bırakabildi. Olduğu yerde yaşlanıp duran bir ağaç gibi,
bütün dertlerini içine attı. Buna rağmen hiç kızmadı bana. Ceyda’yı hep kendi
kızıymış gibi benimsedi.
Sonra
yedi yıl önce, hayatımı berbat eden o kaza çıkıp geldiğinde, Ceyda bir kez daha
gitti Aydın’a. Annemin Aydın’dan ilk ayrılışı oldu bu. Hastaneye gelip de beni
bu halde gördüğünde, hayatına girmiş iki erkeği de sonuna kadar kaybettiğini
biliyordu. Başımda kalmak için diretti, istemedim. Sık sık bu şehre gelmek
istedi, vazgeçirdim. Ama istisnasız her gün Ceyda’yla konuştu. Ona yalvardı,
teşekkür etti, dualar yakardı. Bense kazadan sonra aylar boyunca kovdum
Ceyda’yı. Ceyda her defasında ağladı, bağırdı, odalara kapandı. Ama asla
bırakmaya yanaşmadı beni. Başlarda bütün bunları bana acıdığı için yaptığını
düşünsem de, zamanla bu düşünce yerini bağlılığa bıraktı. Aydın’a gidip de
babamın tepkisiyle karşılaştıktan sonra hayatımdan çıkmayı isteyen Ceyda,
kazadan sonra ben gitmesini istememe rağmen yapmadı bunu. Sanki bir çocuğa
bakar gibi baktı bana. Yaralı bir hayvanı sağaltmaya çalışır gibi okşadı beni.
Ona
veremediklerim, veremeyeceklerim, yanımızdan hızla geçip giden dünya,
varlığımızı ciddiye almayan hayat… Ve yarım kalmış, asla tamamlanamayacak olan
onlarca şey. Ceyda benim cehennemim. Kendi yanışıma da ortak ettim onu. Kendimle
beraber onu da tükettim. Tıpkı babamı ve annemi tükettiğim gibi. Kendi bedenimi
saran yangını, sonunda ona da bulaştırdım.
Ama
aynı zamanda cennetim de o benim. Her akşam, işten çıkıp da evin kapısını
açtığında, bana cennetin kapılarının da açıldığını hissediyorum. Ve her gece,
yatağa yatıp da, bacaklarını benim tutmayan bacaklarıma doladığında, tek beden
olmanın nasıl bir şey olduğunu anlıyorum.
Cehennemde
cenneti yaşıyorum ben. Yaşamak denirse buna…
Aşkî
Katerina Sokova