Hayatımda başıma gelmesinden en çok korktuğum şeylerden biridir: geceleyin gördüğüm bir rüyayı sabah uyandığımda hatırlayamamak. Sanki aklımın, kalbimin ve bedenimin bir parçasını o rüyada bırakmışım da gerçek hayata eksik bir adam olarak dönmüşüm gibi hissederim. O gün, ne yaparsam yapayım hep yarımdır yaptığım şeyler. Üzerimde bir huzursuzluk olur, sık sık başım döner, yolda yürürken attığım adımlarımda bile tedirginlik sezilir. Rüyamı uykumda bıraktığım için, sanki ömrümün bundan sonrası o rüyayı hatırlamaya çalışmakla geçecekmiş gibi bir ürkeklik gelir üstüme. Hani, bazı insanlar rüyayla gerçeği ayıramazmış ya; benim böyle bir sorunum olmadı hiç. Çünkü ben, rüyalardan oluşmuş bir hayatın içinde yaşıyorum. Rüyalar benim için gerçek hayatın ta kendisi.
Peki siz rüyanızda gördüğünüz ama daha önce tanımadığınız biriyle aylar sonra pat diye karşılaştınız mı hiç? Başkasıyla aynı rüyayı gördünüz mü? İki kişilik bir rüyanın içinde, başkası rüyanın bir tarafından yürürken siz öbür tarafından yürüdünüz mü? Ortalarda bir yerlerde buluştunuz mu? Her rüyanın bir renginin ve kokusunun olduğunu fark ettiniz mi? Peki bir aksaklık, bir terslik yaşadığınız rüyanızı aylar sonra yeniden gördüğünüzde, bir başkasının gelip o rüyayı düzelttiği oldu mu? İşte ben bu yüzden ‘rüya tamircisi’ ismini taktım ona.
Onu ilk defa bir kitapçının önünde gördüğümde, içerideki tozlu raflarda, birbirinin üzerinde eğilmiş kitapların içinde aradığım şeyin tam karşımda durduğunu fark ettim. Ki böyledir bazı kitaplar. Raflardan alınmış kitapların toz izleri ince bir çizgi oluştururken, onlar ancak bir yanındakine yaslanarak ayakta durabilirler. İnsanlar gibi. Tıpkı benim o gün onu görene dek ayakta durabildiğim gibi. İnsan rüyasında gördüğü birini gerçek hayatta da karşısında gördüğünde ne yaparsa ben de onu yaptım. O güne dek inanmadığım bir şeye, rüyalar tanrısına inanmaya başladım. Yüzyıllarca kitapların arasında saklanan, insanların bulmak için gerektiğinde canını ortaya koyduğu, bazılarının ömrünü onu aramakla geçirdiği ve bulmak için ancak bir mucizenin gerektiği o yüce bilgi karşımdaydı işte. Artık biliyordum; onun daha önceden dokunduğu kitaplara değmişti hep ellerim. Onun benden önce yürüdüğü yollarda yürümüş ve farkında olmadan onun ayak izlerine basmaya çalışmıştım bu şehrin sokaklarında. Benim girdiğim sinema salonundan o az önce çıkmıştı. Filmin aynı yerinde ağlamış, ikimiz de esasoğlanın bu kadar vurdumduymaz olmasına içerlemiştik. Biliyordum; bindiğim ada vapurunun koltuğundaki sıcaklık ondan kalmaydı. Biraz önce burada oturmuş, giderken masada unuttuğu gazetede gözlerini bırakmıştı. Ömrüm hep ondan kalan izleri takip etmekle, onun hayatın tenine attığı küçük çentiklere düşmekle geçmişti. Onu ilk defa gördüğümde anlamıştım; yıllar önce gördüğüm bir rüyada, bana ‘niye yazıyorsun ki, bütün yazdıkların nasıl olsa silinecek’ diyen ses, aslında onun gelişini müjdelemişti. Arkasından da rüyamda onu görünce, artık bunun kaçınılmaz bir şey olduğuna inanmış ve dört gözle geleceği günü beklemeye koyulmuştum.
Herkes en sevdiği rüyasını kalbinin en derin, en gizli yerinde saklarmış ya, sonra da çıkarmak istediğinde o kadar derine ulaşamazmış elleri, benim hiç böyle bir gayretim olmadı aslında. O en derinimde sakladığım rüya, kendiliğinden çıkıp karşıma dikiliverdi. Ve ben bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladım. İnsan hayal ettiği bir şeyi karşısında gördüğünde ne hissederse onu hissettim. Daha önceleri dağların arasında daha denize varmadan kaybolup giden bir ırmakken, şimdi yatağımı değiştirmiş, hatta başka ırmaklarla birleşip öylece dökülmüştüm o sonsuz maviliğe. Sanki onu tanımadan bozkırın ortasında sadece cırcırböceklerinin ve sıcağın sesini duyan yapayalnız bir ağaçtım da, onu tanıyınca aniden dibimde bitiveren başka bir ağacın dallarına girmişti dallarım. Yıkık bir köprünün üzerinde suların dibine atılan bir oltaydım ve öylece bekleyip dururken, bir anda yanımda beliren başka bir oltaya dolaşmıştım. Perdeden fırlayıp önüme düşüveren bir film yıldızı ya da bir romanın satır aralarından fırlayan bir roman kahramanı gibiydi. Hayatım, onun hayatına karışmıştı.
Sonraki günlerde çok tuhaf şeyler oldu. Mesela ondan yüzlerce kilometre uzakta, bir gece o uyuduğu esnada, onun saçlarının uzarken çıkardığı sesi duydum. İnanılmazdı. Karşımda duran bir ağacın büyümesini canlı canlı izlemek gibiydi. Mesela yıllar önce kaybettiğimi ya da çaldırdığımı sandığım bir kitabı, kitaplığımın hiç tahmin etmediğim bir yerinde buldum. Kalbim o kitabın sayfaları arasında kalmış bir ayraçtı sanki. Günlerim onun bu şehirde yaşamış olabileceklerini düşünerek, onların peşinden giderek ve kendime ona çıkaracak yollar bulmakla geçti. İzlediğim her filmde onu arıyordum artık, ondan bir şeyler arıyordum. Dinlediğim her şarkıda, okuduğum her kitapta, yanımdan sessizce geçip giden hiç tanımadığım kadınlarda, bir meyvenin yere düştüğü anda, ağaçların dallarını denize eğişinde, kıyıda yılladır denize sürülmemiş, çürümeye terk edilmiş teknelerde, çakıltaşlarını sımsıkı saran yosunlarda, kurbağaların güneş ışınlarını takip ettiği sazlıklarda, traktörlerin tozlu köy yollarında giderken etrafa yaydığı o keskin mazot kokusunda, otogarların ıssızlığında, araba camlarına hevesle düşen, sonra da milyonlarca parçaya ayrılan yağmur damlarlarında, bakırın renginde, uçuk pembe bir sardunyanın çiçek açışında, ayaklarıma dolan kumlarda… Hayatım onun hayatına karışmış, rüyalarım rüyalarına eklenmişti.
Ardından hayal kurmaya başladım ve onu tanıdığımdan sonraki hayatıma ‘hayal kurma çağı’ adını verdim. Bir deniz kenarında oturduğumuzu düşledim hep. Uzun uzun hiç kıpırdamadan ve konuşmadan o büyük maviliğin dibindeki batık krallığımızı izledik. Parmaklarımızın arasına dolaşan çürümüş yosunların, aslında suların kumral saçları olduğunu anladık. Hep geceydi, karanlıktı ve onun gözleri bir deniz feneri gibi yanıp sönüyordu durmadan. Kayıp cesetler o zaman vurdu kıyıya. Yüzme bilmeyen balıklar ya da uçmayı bir türlü öğrenemeyen kuşlar gibi çırpınıp dururken; o bana el verdi ve o eli kalbimin üstüne bastırdım. Bir mucize miydi bu? Oysa ‘mucizeler sessiz olur’ derler. Ama bu mucizenin öyle bir sesi vardı ki, göğüs kafesimden gelen kalbimin gürültüsü başka sesleri duymama engel oldu. Yanımdan çığlıklarla geçen hayatın sesi, dalgaların sıcak kayalara vururken çıkardığı ses, istasyondan kalkan trenlerin sesi, otobanda son sürat giden arabaların sesi, rüzgârın sesi, yağmurun sesi, yangının sesi… Bütün sesler sıfırlanmıştı ve duyduğum tek ses, göğüs iskeletimin altından sızan gürültüydü.
Yağmura yakalanan bir piknik gibiydim onu tanımadan önce. Bir fırtınan ziyaret ettiği bir deniz gezintisi, terden sırılsıklam olmuş tren biletleri, bir bacağını su kenarında unutmuş geyikler, bir kenarda tozlanmaya bırakılmış bir enstrüman gibiydim ve yalnız rüyalarıma inanıyordum. Ceset torbasının içine sıkışmış bir kelebektim sanki. Ama rüyam bir koza gibi çatlamış ve kendimi dünyanın kucağında buluvermiştim. Artık aynı kabuk kapatıyordu yaralarımızı.
Onu bir kitapçının önünde ilk defa gördüğümde anlamıştım. Kendi cenazemden dönen ben, artık gövdemden yeniden fışkıran hayat tomurcuklarına tutunacaktım. Oysa onu hiç tanımadan, sadece rüyamda karşılaştığım bir yüz olarak hatırlayıp, kendi halimde yaşlanmaya devam edebilirdim. O zaman yaşlanmak denmezdi ki buna. Ben, beni sonsuz bir rüyaya bağlayan o gizli düğmeyi bulamayabilirdim. Birbirine hiç değmeyen iki ırmak gibi birbirimizden habersiz akar ve farklı farklı yerlerine dökülürdük denizin. Aklıma bu kadar güzel şeyler gelmezdi o zaman. Gittiğim her yerden bu kadar çabuk dönmeyi istemezdim. Her gece uyumadan önce, olur da uykumda ölürsem diye, aklımda kalan son şeyin o olması için onu düşünmezdim sürekli. Bazı sabahlar durduk yere onun sesiyle uyanmazdım. Aynanın karşısında yüzümü yıkarken, avuçlarıma aldığım suda onu görmezdim. Karlar altında kalmış köyler gibi, güneş açsın da karların suları toprağıma karışsın diye beklerdim umutsuzca. Sanki başını göğsüme dayamış gibi, göğsümde hâlâ onun sıcaklığını ve başının bıraktığı çukuru hissetmezdim. Hayat, her zamanki sıradanlığıyla akıp dururdu yanı başımdan. Ve ben az ötede, ağzı burnu kan içinde kalmış çocukluğumun yanından kayıtsızca geçmeye devam ederdim.
Hani bilgisayarda bir şey yazarsınız ve onu kaydetmeyi unutursunuz da elektrikler kesiliverir ya aniden. İçinizden ağlayıp durursunuz sürekli. Sonra elektrikler geldiğinde onun ‘kurtarılanlar’ kısmında olduğunu fark edersiniz. O, işte böyle bir şey oldu benim için. Ne varsa kaybettiğimi düşündüğüm hepsini tek tek geri getirdi bana. Kayıp olan yapbozun parçasını varlığıyla tamamladı. Bütün hasarlı rüyalarıma elleriyle dokunup beni yeryüzünün bir parçası yaptı. Şimdi tersine büyüyen bir ağaç gibi keyfini sürüyorum dünyanın derinliklerinin.
Oysa daha ona anlatmadığım o kadar çok rüyam var ki…
Kahverengi
Nobuyoshi Araki