Gül’ün tek isteği, üzerine karabasan gibi çöken bu kâbustan
kurtulmaktı. Bahçıvan Mehmet ise âşıktı ona, otuzlarında utangaç bir bahçıvan. Gül,
sorunlarından tümüyle kurtulabilmek için Hacıana’ya başvurmuş, Türkiye’den
birine, herhangi birine, para karşılığında evlenmek üzere satılmaya gönüllü
olmuştu. Bu işten herkes yarar sağlıyordu ama çok para Hacıana denilen kadının
koynunda toplanıyordu. Gül için üç bin dolar istemişti Hacı karısı ve Gül’e
görür görmez vurulan bahçıvan Mehmet paranın yarısını verip, Gül’ü almıştı. Nikâhın
kıyılabilmesi için geri kalan paranın Hacıana’ya ödenmesi gerekiyordu. Asıl
sorun da burada devreye giriyordu; eğer o para bulunamazsa Gül ile Mehmet’in
evlenebilmesi olanaksız görünüyordu. Öyle sıkıntılıydı ki Mehmet, uyuyamıyor,
Gül’ün yüzüne bakamıyor, ağzına lokma sürmüyordu. Mehmet’ten on yaş büyük olan
Gül için pek bir şey fark etmiyordu gerçekte; ha bahçıvan Mehmet, ha şoför
Ahmet.
Tek derdi, artık yaşama olanağı
kalmayan Azerbaycan’a geri dönmemekti. Bazen dertlendiği oluyordu durup
dururken. Aklına ölen kocası geliyordu. Sevdiği, koynuna girmekten kıvanç
duyduğu kocası. O ölmemiş olsaydı, başına bunlar gelmeyecekti belki; evini, eşyalarını
kaybetmeyecek, Hacıana’ın insafına kalmayacaktı. Şimdi sorun, şu bin beş yüz
doların bulunmasıydı, gerisi kolay olacaktı: Evlenecekler Mehmet ile Azerbaycan’daki
oğlunu da Türkiye’ye getirecekler ve tüm sıkıntıları geride bırakacaklardı. Aksi
takdirde yeni bir koca adayı aranacak, onun üç bin doları olmasına dikkat edilecekti.
Her şey biran önce olup bitsin istiyordu Gül, bekleyiş onu yormuştu. Diğer tüm
yorgunluklardan daha ağır bir yorgunluktu bu. Şu bahçıvan Mehmet buluverseydi
kalan parayı, sararıp solması bitseydi. Aman boş ver, dedi kendi kendine.
Gül güzeldi; o kadar güzeldi ki, bahçıvan Mehmet onu görünce içinde bir
şeylerin kabardığını hissetmişti. O yuvarlak yüz, o iri kara gözleri ve küçük
burnuyla içini eritmişti Gül Mehmet’in. Vuslata bin beş yüz dolar kalmıştı ama
nereye başvursa, eli kursağında kalıyordu. İlkin ailesine koştu, vardı
paraları, olduğunu biliyordu. Parayı isteme nedenini öğrenince, ikinci kez
lafını bile ettirmediler. Dul bir kadın, üstelik Urus ve hem de delikanlı oğlu
var ha, diye ağıt yaktı anası. Tövbe billâh olmaz bu iş. Para mara yok sana. O
kadını almayacaksın, alırsan da yok say bizi. Olmaz istemem, diye bağırdı
babası, defol; gözüm görmesin seni. Boynu bükük döndü geriye, Gül’ün yüzüne
bakamadı koskoca iki gün. Çalıştığı otelin müdürüne anlattı. Yok, be Mehmet, dedi
adam, biliyordu yoktu, yine de son bir umuttu onunki. O Hacı kadını bir iki
güne kalmaz gelirdi, haris, sabırsız gözlerini dikerdi gözüne. Hadi be Mehmet, derdi,
elini çabuk tut; Finike’de portakal bahçesi olan bir adam var, bekler durur
Gül’ü. Sana on beş gün müsaade, yoksa gelip götüreceğim kadını.
Otelin sahibi Hollanda’da yaşıyor, üstelik cimrimi cimri; vermez o da
bin beş yüz dolar. Ne yapmalı, alıp Gül’ü kaçsa Hacıana’ın yetişemeyeceği
yerlere. Gelmez ki Gül; sözü var Hacı’ya ne yapsan kandıramazsın. Gül’e sordu
yine de, kaçalım buralardan, bulamaz bizi o Hacı karısı, olmaz mı?
Kaçmaktan yorulmuştu Gül. Kocası öleli beri kaçmıştı durmaksızın. Önce
açlıktan kaçmıştı, hükümetten, vergilerden, zamparalardan, oğlunun yaşlı
gözlerinden ve en son da vatanından. Artık yapmayacaktı, kadere boyun eğecek ve
olabilecek her şeyi kabullenecek. Ne fark ederdi ki artık; ha bahçıvan Mehmet, ha
portakalcı Yaser ağa.
Hacıana geldi on beş gün sonra. Baştan aldığı bin beş yüz doları
tutuşturup Mehmet’in eline, Gül’ü kolundan tutup götürdü. Boş, bomboş gözlerle
baktı giderken Gül. Mehmet’e, bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Ne
desen boş, der gibiydi siyah saçları. Bu kader, üzülme Mehmet, diye bağırıyordu
beyaz dişleri, minik ellerinde hafif bir kıpırtı vardı sanki. Yine de sessiz,
başı hafifçe yana eğik, ardı sıra yürüdü Hacıana’ın.
Lila gam
Bedri Rahmi Eyüboğlu