2 Haziran 2012 Cumartesi

BİN BEŞ YÜZ DOLAR


Gül’ün tek isteği, üzerine karabasan gibi çöken bu kâbustan kurtulmaktı. Bahçıvan Mehmet ise âşıktı ona, otuzlarında utangaç bir bahçıvan. Gül, sorunlarından tümüyle kurtulabilmek için Hacıana’ya başvurmuş, Türkiye’den birine, herhangi birine, para karşılığında evlenmek üzere satılmaya gönüllü olmuştu. Bu işten herkes yarar sağlıyordu ama çok para Hacıana denilen kadının koynunda toplanıyordu. Gül için üç bin dolar istemişti Hacı karısı ve Gül’e görür görmez vurulan bahçıvan Mehmet paranın yarısını verip, Gül’ü almıştı. Nikâhın kıyılabilmesi için geri kalan paranın Hacıana’ya ödenmesi gerekiyordu. Asıl sorun da burada devreye giriyordu; eğer o para bulunamazsa Gül ile Mehmet’in evlenebilmesi olanaksız görünüyordu. Öyle sıkıntılıydı ki Mehmet, uyuyamıyor, Gül’ün yüzüne bakamıyor, ağzına lokma sürmüyordu. Mehmet’ten on yaş büyük olan Gül için pek bir şey fark etmiyordu gerçekte; ha bahçıvan Mehmet, ha şoför Ahmet.
Tek derdi, artık yaşama olanağı kalmayan Azerbaycan’a geri dönmemekti. Bazen dertlendiği oluyordu durup dururken. Aklına ölen kocası geliyordu. Sevdiği, koynuna girmekten kıvanç duyduğu kocası. O ölmemiş olsaydı, başına bunlar gelmeyecekti belki; evini, eşyalarını kaybetmeyecek, Hacıana’ın insafına kalmayacaktı. Şimdi sorun, şu bin beş yüz doların bulunmasıydı, gerisi kolay olacaktı: Evlenecekler Mehmet ile Azerbaycan’daki oğlunu da Türkiye’ye getirecekler ve tüm sıkıntıları geride bırakacaklardı. Aksi takdirde yeni bir koca adayı aranacak, onun üç bin doları olmasına dikkat edilecekti. Her şey biran önce olup bitsin istiyordu Gül, bekleyiş onu yormuştu. Diğer tüm yorgunluklardan daha ağır bir yorgunluktu bu. Şu bahçıvan Mehmet buluverseydi kalan parayı, sararıp solması bitseydi. Aman boş ver, dedi kendi kendine.

Gül güzeldi; o kadar güzeldi ki, bahçıvan Mehmet onu görünce içinde bir şeylerin kabardığını hissetmişti. O yuvarlak yüz, o iri kara gözleri ve küçük burnuyla içini eritmişti Gül Mehmet’in. Vuslata bin beş yüz dolar kalmıştı ama nereye başvursa, eli kursağında kalıyordu. İlkin ailesine koştu, vardı paraları, olduğunu biliyordu. Parayı isteme nedenini öğrenince, ikinci kez lafını bile ettirmediler. Dul bir kadın, üstelik Urus ve hem de delikanlı oğlu var ha, diye ağıt yaktı anası. Tövbe billâh olmaz bu iş. Para mara yok sana. O kadını almayacaksın, alırsan da yok say bizi. Olmaz istemem, diye bağırdı babası, defol; gözüm görmesin seni. Boynu bükük döndü geriye, Gül’ün yüzüne bakamadı koskoca iki gün. Çalıştığı otelin müdürüne anlattı. Yok, be Mehmet, dedi adam, biliyordu yoktu, yine de son bir umuttu onunki. O Hacı kadını bir iki güne kalmaz gelirdi, haris, sabırsız gözlerini dikerdi gözüne. Hadi be Mehmet, derdi, elini çabuk tut; Finike’de portakal bahçesi olan bir adam var, bekler durur Gül’ü. Sana on beş gün müsaade, yoksa gelip götüreceğim kadını.


Otelin sahibi Hollanda’da yaşıyor, üstelik cimrimi cimri; vermez o da bin beş yüz dolar. Ne yapmalı, alıp Gül’ü kaçsa Hacıana’ın yetişemeyeceği yerlere. Gelmez ki Gül; sözü var Hacı’ya ne yapsan kandıramazsın. Gül’e sordu yine de, kaçalım buralardan, bulamaz bizi o Hacı karısı, olmaz mı?


Kaçmaktan yorulmuştu Gül. Kocası öleli beri kaçmıştı durmaksızın. Önce açlıktan kaçmıştı, hükümetten, vergilerden, zamparalardan, oğlunun yaşlı gözlerinden ve en son da vatanından. Artık yapmayacaktı, kadere boyun eğecek ve olabilecek her şeyi kabullenecek. Ne fark ederdi ki artık; ha bahçıvan Mehmet, ha portakalcı Yaser ağa.



Hacıana geldi on beş gün sonra. Baştan aldığı bin beş yüz doları tutuşturup Mehmet’in eline, Gül’ü kolundan tutup götürdü. Boş, bomboş gözlerle baktı giderken Gül. Mehmet’e, bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Ne desen boş, der gibiydi siyah saçları. Bu kader, üzülme Mehmet, diye bağırıyordu beyaz dişleri, minik ellerinde hafif bir kıpırtı vardı sanki. Yine de sessiz, başı hafifçe yana eğik, ardı sıra yürüdü Hacıana’ın.

Lila gam 

                                                           Bedri Rahmi Eyüboğlu