13 Haziran 2012 Çarşamba

ÇATI




Gözlerimi zor bela açabiliyorum. Sanki uyumadan önce, bir alkolik gibi içip sızmıştım da o yüzden bulamıyordum kendimde kalkacak gücü. Beni neyin rahatsız ettiğini anlamam uzun sürmedi, sesler yükselmeye başladı aniden.

Uyuduğumda babam eve daha gelmemişti. Şimdi ise duyduğum o boğuk ses ta kendisine aitti. Babam, bir bakmışsınız evi ve ailesi olduğunu hatırlayıp evin yolunu bulmuş, bir bakmışsınız her şeyi unutmuş, hiç gelmemiş.

Sesler iyice yükselmeye, annemin sesi de kendini hiç olmadığı kadar hissettirmeye başlamıştı. Evde deprem olduğuna yemin edebilirdim bir an, çünkü eşyaların devrilme seslerini inkâr edemeyeceğim bir gerçeklikte duyuyordum. Hayatımda hiç korkmadığım kadar korkmuş olmamın sebebi, şiddetli seslerden sonra annemin sesinin de kaybolmuş olmasıydı kendi karanlığında. Bu sessizlik, içimde nerde olduğunu bilmediğim bir düzeneğin çalıştır düğmesine basmıştı sanki. Öyle ki alkolikten hallice olan durumumdan, bir yılanın derisinden sıyrılması misali olağanüstü ama bir o kadar da iğrenç bir şekilde kurtulmuştum. Sesler salondan geldiği gibi yine salonda son bulmuştu. Bende kulaklarımın yardımı, beynimin komutu ve ayaklarımın desteği ile koşar adım gittim salona.

Yeşilin hangi tonu olduğunu bilmediğim renkte boyalı duvarları, fıstık yeşili koltukları, yamukluğu çok incelenince belli olan şerit şeklinde duvar kâğıtları, üstlerine halı yerine iki tane kilim serilmiş koyu renkli parkeleri, çok misafir geliyormuş gibi gereksiz yere alınmış sekiz kişilik masası ile düşük voltta ışıkla fon yapılmış salonumuz, şimdi ortada annemin ayaklarının önünde devrilmiş olarak duran sehpası, fırlatılmış oldukları her hallerinden belli olan kumanda ve pilleri ile belki de daha dikkat etmediğim birçok detayıyla yabancılaşmıştı bana.

Geldiğimi kimsenin fark etmediği belliydi çünkü ben, oradayken babam anneme: ‘’Defol bu evden, git!’’diyerek, kolundun tutup itmişti. Ben bu manzarayı gözlerim dolmuş bir şekilde izlerken dönüp bakma tenezzülünde bulundular bana. ‘’Mısır ister misin?’’ der gibiydiler sanki. Bana neyin cesaret verdiğini bilemiyorum. Bir yandan ağlayarak, bir yandan da babamın üstüne yürüyerek sarf ettim şu cümleleri: ‘’ Bu evden gidecek biri varsa, o sensin. Annem değil. Şimdi defol git bu evden ve bir daha da dönme!’’ Babam ağzını açacak gibi oldu ama sadece, ceketini aldı ve kapıyı vurarak çıktı evden. Hemen annemin yanına gittim. ‘’ Bir şeyim yok oğlum, ben iyiyim; hadi ağlama, git uyu.’’dedi. İnatçı bir insan olduğumdan mı bilinmez; önce annemi yatırdım, biraz konuştuktan sonra. Ardından ben gittim odama. Kendimi evimin içinde en mutlu hissettiğim yere yani. Biraz önce, bana öğretilenin aksine bir büyüğüme, büyüğü bırakın babama, saygı ve terbiye sınırlarını kudurmuş gibi aşarak, bağırmış ve evden kovmuştum. Biraz düşündüm, evet babamdan nefret ediyordum, ama hayır bu nefret tek gecelik değildi. Nefretimin tohumlarını çok önceden, ben küçücük bir çocukken, kendi elleriyle hiç acımadan atmıştı yüreğime. Hatırlayabiliyordum.

* * *

Gözlerimi açıyorum ama sabah olduğu ve uyanmam gerektiği için değil. Etraf zifir rengi misali kapkara… Hiçbir şey göremiyorum. Biraz beklersem daha iyi görebileceğimi biliyorum ama bir sıcaklık hissediyorum altımda. Ne olduğunu anlamamla, sıcaklığın yerini buz gibi bir korku alıyor içimde. Altına kaçırma yaşını çoktan geçmiştim sanırım, çünkü dört beş yaşlarındaki çocuklar ‘abi’ olup; ne altlarına kaçırıyor, ne de karanlıktan korkuyorlardı. Ben de dört beş yaşlarındaydım fakat zayıftım sanırım. Kimseye çaktırmadan kalkıp üstümü de değiştiremezdim, karanlıktan da korkuyordum çünkü. Tam ağlamak üzereyken, uyandığımda fark etmediğim bir sesi, yüzümdeki tebessümle işitiyordum: Babamın yumuşak horultusunu. Ben uyuduğumda o daha eve gelmemişti ve o an hiçbir şey olmamış gibi tekrar uyusam, uyandığımda yanımda olup olmayacağını veya akşam gelip gelmeyeceğini bilemezdim. Babamı, yanında kendimi güçlü ve güvende hissettiğim o adamı hemen görmeliydim. Uyandırmaya ne kadar korksam da ‘’Baba’’ diye bağırmaya başladım. Sanki ‘’Anne’’ demişim gibi, annem uyandı ve ‘’ Bağırma! Babanı uyandıracaksın.’’dedi. ‘’ Olsun! Ben de uyansın diye bağırıyorum zaten.’’deyiverdim. ‘’ Hayır, uyandırma. Ne olduysa bana söyle.’’diyerek çıkıştı. ‘’Altıma yaptım’’dedim, pişkince ama birazcık utanarak. ‘’E oğlum kaç yaşına geldin. Uyumadan önce tuvalete git demedim mi ben sana?’’diyerek azarladıysa da durmadım. ‘’Babaaa!…’’ ‘’Oğlum dur. Ben değiştiririm üstünü. "Hayır, ben babamı istiyorum.’’dedim ağlamaklı bir sesle ve devam ettim: ‘’Seni istemiyorum.


Annem benimle biraz daha cebelleşmesinin ardından pes ettiğini, babamı uyandırarak gösterdi bana. Homurtularla uyandı babam. ‘’Ne oldu? Ne var?’’dedi itici bir ses tonuyla sakin bir şekilde ‘’Çocuk altına kaçırmış, seni istiyor. Hadi bir beş dakika kalk’’dedi . İtirazsız kalkmasını beklemiyordum babamın tabii. ‘’Oğlum, eve geç geldim. Yorgunum. Annenin sözünü dinle hadi.’’dedi. ‘’Onu istemiyorum, sen gel ne olur.’’dedim. ‘’Hadi kalk.’’dedi annem, sesinde kırgınlık vardı. Oflaya, puflaya kalktı babam. Gün içerisinde kanepe, akşamları ise ebeveyn yatağı olan hamarat çekyattan. Yanıma geldi, beni süzdü. Doğduğumda sarışın, mavi gözlü olan ben; zaman geçtikçe kahverengi saçlı, yeşil gözlü ben’e dönüşmüştü. Zaman fiziğimle oynamakla kalmamış, babamdan ikinci bir tane daha yaratmaya başlamıştı yavaşça. Üstümü çıkartmaya başladı. Önce beni temizledi, sonra da yeni iç çamaşırları ve pijamalar giydirdi. Bütün bunlar olurken ben, ellerimi onun yanaklarına koyarak ayakta kalabildim. Tarifsiz bir duygusu vardı yanaklarının o an için. Ne serttiler, ne yumuşak üstelik çok da sıcaktılar. İşini bitirince, ellerimi yüzünden indirdi ve yatağına gidip yarım kalan uykusuna devam etti. Benimle konuşmamış, bana sarılmamış, beni öpmemişti. Yetmemişti bu hasta ziyareti misali kısa ve kuru görüşme. ‘’Baba’’ diye seslendim tekrar. ‘’Hııı…’’diye. Tuvaletin önüne çabucak gelmiştik. Hızlıca beni yere bıraktı. ‘’Bekle burada beni ha!’’ dedim, muzip bir tavırla. Biraz tebessüm eder gibi oldu; ‘’tamam’’dedi. Tuvalete girdim, çıktım ve havaya kaldırdım; sabun kokan, küçük ellerimi. ‘’Ne?’’der gibi baktı suratıma, ‘’kucak’’dedim. Gözlerini devirdi. Güzel, ama kısa süren başka bir yolculuğun ardından; “yatırırken beni yatağıma, baba’’dedim tekrar. O ise; ‘’Hıı…’’dedi.

‘’Yarın gelecek misin?’’

"Evet"

‘’Söz mü?’’

‘’Söz’’

Babam yanımdan gittikten sonra, tek bir damla gözyaşıyla kapadım gözlerimi, yarına dair umutlarımla.Yeni güne, akşamdan kalma umutlarımla ve büyük bir enerjiyle başladım. Kalktım, yatağımı yaptım, elimi yüzümü yıkadım; kahvaltımı, annemi üzmeden güzelce yaptım. Annemin akşamki vukuatıma her ne kadar kızacağını düşünsem de o, sadece beni kahvaltıdan sonra yıkamakla kaldı. Bir şekilde günü geçirip akşamı etmem gerekiyordu.

Dışarıya pek çıkmazdım, daha doğrusu nedenini bilmediğim bir şekilde çıkartılmazdım. Ya annemle çıkardım dışarı, ya da anneannemlerdeysem o çıkartırdı. Babaannemin hakkını da yemek doğru olmaz şimdi. Günlerimin çoğunu evimde tek başıma oynayarak geçirirdim. O zamanki evimiz doksanlı yıllar dikkate alındığında güzel denecek bir evdi. Kocaman bir bahçenin tam ortasına oturtulmuştu bir evdi bu. Önü, arkası, sağı ve solu bahçeydi bu nedenle evimizin. Arka bahçemizde; iğde ağacı, çam ağaçları, kavak ağacı ve adını bilmediğim daha bir ton ağacımız vardı. Ön bahçemizde, Deli Duran Amca’nın, kendi kümeslerine değil de sürekli gelerek bizim kömürlüğümüzdeki boş saksılara yumurtlamaktan kendini alamayan tavuklarının mesken edindiği, iyi kötü bir kömürlüğümüz vardı. Ayrıca kömürlüğün duvarına sabitlenerek yapılmış bir bank ve bahçe duvarının bittiği yerden dikdörtgen mermerlerle yapılmış ayrı bir mini bahçe vardı. Annem orda nane, maydanoz ve adını bilmediğim birçok bitki yetiştirirdi. Evimizin giriş kapısının sağındaki duvarın yerle buluştuğu noktadan bir yol bulup çıkmış ve büyüyerek çiçek açmış aslanağzı çiçekleri vardı. Bu çiçeklerin sağ tarafında ise; su saatimiz, elma ağacımız ve yerleri upuzun çimenlerle kaplı yan bahçemiz vardı. Bahçemiz o kadar güzeldi ki, Amojun Teyze sahip olduğu tek koyununu sanki mahalledeki bütün otlar bitmiş gibi bizim bahçemize sokar ve ziyafet verirdi doymak bilmez hayvana. O bahçeler benim mahallelerimdi. Evimiz, kocaman üç odası, odalarından da büyük salonuyla, ayda yılda bir gelen misafirlerin gözüne hitap etmeyi iyi biliyordu. İçeride at koşturmama müsaade edecek büyüklükte, birbirini dik kesen iki koridor vardı. Nasıl ki bahçeler mahallemse, koridorlar da benim sokaklarımdı. İçerideyken genelde annemin peşinden ayrılmazdım. O neredeyse, ben oradaydım. Onun olduğu yerde oyun oynardım. Salonda odalarda, koridorda ve elbette mutfakta… Tak edince bu annemin canına, genişliğinden yararlanıp bir kanepede mutfağa koydu, sırf hasta olmayayım diye.


Yaz mevsimindeydik ya; ben bir içeri, bir dışarı, saati kaç ettiğimi bilmeden kudurmuş gibi tek başıma eğlenmeye çalışarak beklerken babamı, ilk defa peşinde değildim annemin. Neden sonra, bıraktım koşmayı aniden. Giriş kapısının önündeki tek basamağa oturdum. Kapının önündeki yolda, çocukların top oynarken ne kadar eğlendikleri, sesleri başta olmak üzere her hallerinden belli oluyordu. O an, boş gözlerle baktığım o bahçede es kaza babamla oynadığımız futbol geldi benimde aklıma. Düşündüm de futbol denemezdi oynadığımıza. Az sayıda olan, küçük ama güzel anılarımdan bir tanesini tekrar yaşarken bir top düştü bahçeye. Işık saçmaya başladı gözlerim. Hemen kaptım topu. Kafamı kaldırdığımda, Utku abiyi bahçe duvarından sarkmış topunu isterken buldum. Ne kadar acayip bir suratı vardı. Niye verecektim ki? Ben oynayamıyorsam, onlar da oynayamayacaklardı; ‘’vermiyorum’’dedim. Dışarı çıktığım gün sayısı yok denecek kadar azdı. Beni, dışarı çıktığım zaman döveceğini söyleyerek tehdit edince; düşünmeden verdim, patlamak üzere olan topunu. Bütün bu yaptıklarımın sebebi, sabahı akşam edip oyalanmak değil miydi? Gidip anneme;’’Akşam oldu mu?’’ diye sordum. O da;’’ Birazdan olacak’’ dedi. Ben de o ‘birazdan’ zaman zarfını doldurmak için kapılardan geçmeyen, boyumdan büyük olan turuncu topumla oynadım. Topun üstünden kaç kere düştüğümü bilmiyorum. Tekrar annemin yanına gittim; ‘’hadi anne, hadi’’ dedi.


Ne demek istediğimi anlamıştı. ‘’Bugünlük boş ver oğlum.’’dedi annem. ‘’Hayır, olmaz’’dedim, dudaklarımı büzerek ve ‘’çabuk ol’’diyerek, zorladım annemi. Annem dayanamadı; ‘’tamam’’dedi, üzgün bir sesle. Siyah saçları açıktı. Altında bir eşofman, üstünde de kısa kollu bir tişört vardı. Kısa boyu, kıvrımlı kirpikleri, düzgün dişleri, tenine uyum sağlayan kahverengi gözleri, sanat eseri olduğuna inanılan burnu ve yüz hatlarıyla ayrı bir güzel görünmüştü annem bana. Önce bir ekmek çıkardı annem, sonra o kısa bacaklarını isteksizce sürükledi buzdolabına doğru. Kapağını açtı, içinden tereyağını ve balı aldı. Aynı isteksizlikle döndü tezgaha. Ekmeği önce ortadan ikiye böldü, böldüğü bir yarımı kaldırdı. Geride kalan ekmeği de ikiye böldü, içlerini açtı. Önce tereyağını sonra da balı yavaşça sürdü. Ekmekleri kapattı. Bu yavaşlık beni daha da heyecanlandırıyordu. İşi biten tereyağı ve balı, buzdolabına girerken keyifle izledim. Sonunda hazırdı. Gidebilirdik.


Dışarı çıktık, kömürlüğü açtık. İçeriden tahtadan yapılmış, sahip olduğumuz tek merdiveni aldık. O benim merdivenimdi. Umutlarımın merdiveni. Çatıya sağlam bir şekilde yasladık merdivenimi. Önden ben, ardımdan elinde ekmeklerle annem çıktı çatıya. Birkaç adım atıp çatının yola bakan kısmında oturduk. Ben babamı hep böyle beklerdim işte.

Elinde ekmeği, yanında annesi ile küçük bir çocuk olarak. Bir yandan ekmeğimden ısırıyor bir yandan da annemle konuşuyordum; ‘’Seni çok seviyorum oğlum. Biliyorsun bunu değil mi?’’ diye sordu annem bana. Gülümsedim; ‘’tabii ki biliyorum anne. Ben de seni çok seviyorum.’’ dedim. Tebessüm etti. Tek gözüm yoldaydı.

Annemin ekmeğine dokunmamış olmasıysa diğer gözümden kaçmamıştı ama. Çatıya çıkalı ne kadar olmuştu bilmiyorum. Güneş, o kızıl, görkemli, gözleri acıtmayan halini almıştı. Yoldan geçen her arabayla, babam geldi diye sevinip ayağa fırlıyor, gelmediğini anlayınca da bozulduğumu belli etmemek için gülerek geri oturuyordum. Ekmeğim bitince aşağıya ineceğimizi biliyor, o yüzden ısırıklarımı küçük tutmaya özen gösteriyordum. Annem sanki ekmeğimin arasına tereyağı ve bal değil de umutlarımı koymuştu. Mideme giden her lokma, biraz daha dolduruyordu gözlerimi.

O kır saçlı, tombul elli, hafif göbekli, sıcak yanaklı, yumuşak horultulu adamın, gülerek bahçeden içeri girdiği ânı hayal ettim. Giren olmadı bahçeden. Ekmeğim bitmişti en sonunda. Ayağa kalktım. Gözlerim dolu doluydu. Ağlayacaktım ama dün geleceğine söz verdiği halde gelmeyen o adamın, sözleri hücum etti zihnime: ‘’Erkek adam ağlamaz!’’ Ağlamadım. Tuttum kendimi. Aşağıya indim. Annem de indikten sonra, bir tekme savurdum merdivenime. Babama ilk kez kızdım, ilk kez nefret ettim belki ondan, o çatıda. Bir daha çıkmadım o turuncu yere.

O gün nefret: ‘Kocaman, tertemiz iyilik ve masumluğumun ortasına, hasat mevsiminde ele ne geçeceği bilinmeden ekilen küçük siyah bir nokta’ydı…

* * *
‘’Güzel bir hikâyeydi. Eski eviniz çok güzelmiş.’’ diye fısıldadı biri. O an, her seferinde defolup gitmesini söyleyerek ilişkimi kesmek istediğim bir arkadaşımla baş başa olduğumu hatırladım. Doğruldum:


‘’Bıraksana peşimi. Git ya. İstemiyorum seni yanımda.’’dedim.

‘’Olmaz. İstemesen de buradayım.’’
‘’Senden başka arkadaşlarım da var benim, defol!’’
‘’Hayır, yok. En sadığı benim.’’
‘’Kimse bırakmaz beni. Hepsi sadıktır.’’
‘’Kandırma kendini. Tek dostun benim.’’

O sıra, babamı evden kovduktan sonra yatırdığımda uyuduğunu sandığım annem geldi, baktı odama; ‘’kiminle konuşuyorsun oğlum, sabahtan beri?’’diye sorunca yorganı üstüme çekerken gülümseyerek yanıtladım: ‘’Yalnızlığımla anne…’’


EKRU


                                                                   Marc Chagall