Akşamüzeri
tam karşıdan karşıya geçerken ışıklarda duruyorum. Herkes bana bakıyor. Ne var:
Benim Mercedes marka bir arabam olamaz mı, altımda!?.. Belki de onu durdurup, siz insanların geçmesine yardımcı oluyorumdur.
Bu
hikâyede ışık görevinde de bulanabilirdim fakat kiramı ödemedim. Arabamı
satmaya gidiyorum belki. Kulübeyi de satabilirdim artık bi dahaki aya, kısmetse. Neyse, kırmızıda durdum ve o da ne; bir
kadın, pazardan geliyor olmalı… Elinde öyle bir araba var ki sanki düğün
arabası. Yan tarafından yarım demet maydanoz sarkıyor. Eğer bir gün sünnet
düğünümü yapmaya karar verirsem, ben de böyle bir araba kiralayıp sağlı sollu süsleyeceğim.
Ayaklı yaz salatası kıvamında bir yaz düğünü. Nerde görülmüş ama ben yaptım oldu.
Bakkal
Hamdi'ye görünmeden karşıdan karşıya geçiyorum. Yine borcum var adama, kadının arabası da bir yavaş bir yavaş ki
sormayın;
“Bu
modeller böyle” diyor.
“Dizel mi
abla?” diye soruyorum.
Kaldırımda
basıyor marşa fakat yine de gitmiyor. İtiyoruz beraber. En yukarısında bir pazar poşetinin
üzerinde parlak bir kâğıt; uzun, ince boyluca, dikkatimi çekiyor. Bana bir
işaret veriyor olmalı.
Kâğıdı
alıp cebime atıyorum. “Telefon numarası yazıyor” diye düşünerekten hafifçe
selam verip uzaklaşıyorum. Kâğıdı çalmadım yani. O bana mesaj bırakmış olmalı. Mahallenin
delileri gülüşüyor; “deli bunlar, deli.” Elim cebimde...
Avucumda sımsıkı tutuyorum kâğıdı. Terden
yazılar birbirine girmesin diye de ara sıra ağzıma götürüp hohluyorum. Define
haritası bulmuştuk yan mahalleden Rıza Amcayla; doksan yaşında var yok, bu
amca. Anadolu'da meddahlık yapmış
bir adam. Bir hikâyeler anlatıyor, inanamazsınız. Kimse inanmıyor zaten. Selam veriyorum ona, bağırıyor
ardımdan “pantolonumu getir” diyor.
Geçen
bunu kafaya aldım; “terzi Rüstem'im ben, ver pantolonunu dikeyim” diye. Sokağın
ortasında soydum, aldım pantolonu y‘allah kahvenin arkasından, tüydüm. Çırpı
gibi bacaklarıyla kaldı mahallenin ortasında. Sonradan anlattılar meğer çok
küfretmiş ardımdan, rezil olmuşmuş
Neriman Hanım’a. “Neriman Hanım,
senin neyine baksın bunak” diyemedimdi ona.
Pazardan
gelirken bir çocuk ağlıyor salya sümük, yanaşıyorum yanına;
“Elma
şekeri almadılar mı sana?” diyorum. Kadın;
“Allah cezanı vermesin be adam, nerden
soktun onu da çocuğun aklına,” diyor.
Çocuk
elma şekeri istemeye devam ediyor daha da çığırarak. Elimi cebimden hiç
çıkarmadan sıvışıyorum oradan eve.
Kont Drakula kapıda; Minnoş aslında adı, bir kadın gezdirmem için
vermişti bu beyaz köpeği ama zamanla karardığından onu evlatlık aldım. Kadın
köpeğini tanımadı. Artık beraber yaşıyoruz. Hatta beraber uyuyoruz hatta ‘uyuyamıyoruz’ demeliyim; biz
uzun zamandır, uyumuyoruz. Tam
uykum geliyor uyuyacağım, Kont yerini yadırgıyor ve sabaha kadar havlamaya
başlıyor. Sonra bütün gece kapı önünde oturup yıldızları dikizliyoruz. Neyse giyinmeliyim. Bana verdiği kâğıttaki
şifreyi çarçabuk çözüyorum. Önceden büyük adamlar, kadınlara kartlarını
verirlerdi; arkasına da kurdele tarzı bir işaret atarlardı biliyorsundur.
Ama bu
kadın bana ince uzun bir kâğıtta bütün olayın detayını anlatmış. Bilmem ne
manavın önünde maydanoz, sarımsak ve salatalık… 5.90’da buluşacakmışız.
Yeni bir
saat dilimi olmalı. Şifreli olaylar bunlar. Anonim şirketi var galiba. Her şey
yazılı üzerinde. Giyiniyorum hemen
ve karşı bakkala gidiyorum. Jeton alıyorum, telefon kulübesinden, kâğıttaki
numarayı arıyorum: “WİM* Üsküdar 1” diyor, evde de kendi aralarında şifreli
konuşuyorlar sanırım;
“Tamam,
ben geleceğim” diyerek, telefonu kapatıyorum. Ankesör, jetonumu geri vermeyince
eve dönüyorum ve Kont Drakula ile dedemden kalan köstekli saate bakarak azıcık
uzanıyorum. Tam bir haftadır yarım yamalak uyuduğumdan gözlerimi saatten
ayırmıyorum. Maazallah uyuya kalırsam buluşamam o kadınla sonra üzülür. Zaten zar zor anlaşıyoruz.
Kalkıp tıraş
olmaya karar veriyorum ama evde de tıraş bıçağı yok. En son elma soymuştum,
jilet körelmişti tabi. Sonrasında Kont jileti ne yaptı, hatırlamıyorum
yerini, hemen köşedeki bakkala
yeniden gidiyorum. İçeri girdiğimde ‘gong’ sesine dönüyorum ki saat beş buçuk; “hemen
gitmeliyim” diye çıkıyorum bakkaldan.
Kâğıdı
alıp adrese koşuyorum. Koyu mavi kapıyı açıp giriyorum. Yeldeğirmenlerinin
soğuğu vuruyor yüzüme. Üşüyorum,
gözlerim takılıyor yüzümde gözüme,
süt ürünleri tezgâhında her yerde ayna. Aynalar da ne kadar kirli yoksa
benim üstüm başım temiz, ben temiz adamım yani aynalar kirli olduğundan kirli
gösteriyor ceket pantolon takımımı. Ben bunlara kafa yoracak adam değilim.
Önceden böyle miydi pazarlar? Her şey bir bir paketsiz seçmeceydi. Kâğıdı, kendi kendine yürüyen bir
bandın üzerine bırakıyorum. “O güzel yüzlü kadın, yürüyen bandın üzerinden bana
yürüse…” diye hayal ederken, bant duruyor ve kadın soruyor; “İade mi var amca?”
“Yok”
diyorum;
“İade mi
var amca, ne değiştireceksin? Dışarıdaki köpek senin mi, müşteriler korkudan
geçemiyor. Al onu oradan,” diyor.
“Geç mi
kaldım?” dediğimdeyse;
“Sıradaki”
diyor;
“Zaten
benim böyle suratsız, hiç gülümsemeyen, önüne gelene telefon numarası adres
veren bir kadınla işim olmaz. Merlin’in orospu galaksisinden gelen kadınlar
bile böyle şeyler yapmıyor. Bizler, namuslu fakir adamlarız. Kararını
değiştirirsen göz kırp bana. Ben yine gelirim…” diyorum. Kimse cevap vermiyor.
Kapıdan
tam çıkmak üzereyken;
“Fişini
unuttun, amca!..” diyor;
“Beni
Drakula ile yalnız bırakın” diyorum.
Usul usul
yürüyoruz evimize. Arada bir havlıyor, “neler oldu” der gibi, anlatıyorum.
Onay
veriyor kararlarıma, üzerine salyalar akıtıyor.
Günlerin
yorgunluğunu ve uykusuzluğunu atmak için, hemen yatağımıza uzanıyoruz.
ŞemsAzure
ŞemsAzure