sustuğun
zaman, kurumuş dere yataklarının sessizliği çökerdi
üstüne.
vızıldayan birkaç su sineği öylece etrafında döner ve gün
usulca
çekerdi kanatlarını camlardan. hayatına giren her yeni
insanla
beraber, bir adım daha uzaklaşırdın benden. kendi
yangınıma
odun taşırdı sana dokunamayan ellerim.
sana
bakmaktan gelirdim ve uçurumdan yuvarlanan taşlara.
çalılarla
kapatılmış bir kuyunun ağzı gibi sımsıkıydı kalbin.
gözlerinde
güneşi ilk defa gören bir incinin telaşı, odana
alırdın
coğrafyasını değiştirmiş bir dağdan kalan ne varsa.
atların
dişlerine bakıp kendi yaşımızı bulduğumuz zamanlardı.
böğürtlen
dallarının ucunu kemirirdi ihtiyar keçiler. sevişmeyi
yeni
öğrenmiş bir ağaç kadar tedirgindi gök. avuçlarında ezilmiş
gül
yaprakları, ceplerinde kurutulmuş bakla içi, kim bilir, kaçıncı
defa,
hayalini kurardın okyanusu salla geçmenin.
telefon
tellerine çarpıp yere düşen sığırcıkları toplardı çocuklar.
avcılar,
ellerinde kekik ve adaçayı kokusuyla dönerdi her akşam
eve.
‘kış’ derdin, ‘yalnız camdan izlenince güzeldir.’ ayakta
durmakta
zorlanan bir buzağı gibi sallanırdı zaman. kadınlar çay
demlerken
küf rengi sessiz ve nemli odalarda, sırtlarına çıkardı
yaslandıkları
kırlentlerin deseni.
kırlangıçların
kanadında yolculuğa çıkan göçmen karıncaları
düşünürdük.
yaralarının üstüne koruk suyu döken evde kalmış
kızları.
güneşi görünce çimenlerin üstüne yayılan sıpalar gibi
çırpınırdı
kalbim. sarmaşıkların ördüğü duvara düşerdi
kabak
çekirdeği çıtlayan nar bülbüllerinin gölgesi. yeni sürülmüş
bir
tarla, henüz sulanmış bir bahçe gibi açardım gövdemi sana,
parmakların
toprağı kaldıran çamurlu bir pulluk gibi dolaşsın
diye
göğsümde. geçmiş yıllardan kalan anızları yeniden gün
yüzüne
çıkarsın diye.
izi
kalırdı omzuna konan kelebeğin. gece senin ördüğün bir
kazak
gibi dururdu üstümde. anlatamadım sana, sen gittikçe
o
kazağın dikenlere takılmış gibi yavaş yavaş söküldüğünü.
tesadüfen
denk geldiğim bir radyo istasyonunda, en sevdiğim
şarkı
çalarken, araya cızırtıların karıştığını. bütün atların
bileklerine
siyah bantlar takıldığını. anlatamadım, sen gidince,
içimde
bir halkın kılıçtan geçirildiğini. yarısından çıktığımız
bir
film gibiydi aşk ve sen gözlerini yumdukça kapanırdı
dokunmanın
yazlık sinemaları.
bozkırdaki
denizkızıydın sen. seni kendime bir kitap yaptım,
kapağını
yosunlarla kapladım ve arasına suskunluğunu koydum
ayraç
yerine.
keşke, sapsarı bir ovada dörtnala koşturan atları
sevdiğin kadar
sevseydin
beni. kıyıya vurmuş batıkların arasından çıkarsaydık
aşkın
ekmek kırıntılarını. ve geçerken, üzerimize yeni çiçek açmış
erik
dalları bıraksaydı turnalar.
biliyor
musun, bir de öpseydim seni, adresine ulaşırdı postada
kaybolan
bütün mektuplar.
kahverengi
Tirşe