Adı sanı duyulmamış öykücülerin ve öykülerin peşine düşme alışkanlığımın çok faydasını gördüm bugüne dek. Bana çok şey öğretmiş ustalarımdan birinin “ iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunamaz” cümlesini pekiyi bellemişliğimdendir saatlerimi kitabevi rafları arasında geçirişim ve daha önce okumadığım yazarların izini sürüşüm. Bu iz sürüşlerden birinde rastladım Daniel Bourdon’a. Elimde tuttuğum, YKY baskısı, “ Sıradan Bir Ölümlü” adlı kitabını evirip çevirirken, arka kapak yazsısındaki yazara atfen “ Fransız edebiyatına taze kan” cümlesinin çekiciliğine kapılmış değildim. Kitabın ilk öyküsünün ilk cümlesine kanımın kaynamışlığından başka kitaba bakma gereği duymadan alıp çıktım kitabı. Son derece zeki bir yazarın kaleminden çıkmış, keyif verici kurguları ve şaşırtan vurucu son cümleleriyle tam da sevdiğim türden öyküler bulmuş olduğuma sevinirken, yazarın son öyküsünde beklenmedik bir sürprizin beni beklemekte olduğundan habersizdim.
Yazarı ve öykücülüğünü sevmiştim, nazlanmadan başlıyordum her bir öyküye ve öykülerin sonuna ulaştığımda kendiliğinden bir gülüş yerleşiyordu yüzüme. İyi bir yazar keşfetmenin mutluluğu, grilerle çevrelenmiş hayatın çıplak gözle görülemeyecek köşeciklerine saklanmış göz alıcı bir rengi keşfetmek gibidir gözümde. Daniel Bourdon daha önce denk gelmediğim bir renk bırakmıştı dimağımda ve ben bundan memnundum. Son öyküyü, tadı zamana yaymak için geciktirdim. Kaçaklar, yaklaşık üç yıldır emek verdiğim bir sürecin tüm renklerini kocaman bir tebessümle getirip bıraktı avuçlarımın içine.
Öykü, kapağında altı ayda bir yayımlandığı belirtilen bir edebiyat dergisinin ilk sayısının okuyucusuyla buluşmasıyla başlar. Tek bir sayı kalmış olduğunu düşünen okuyucu dergiyi alır ve evine gider. Dergi son derece ilginçtir. İçindeki hikâye, şiirler ve yazılar okura tanıdıklık ve yabancılık hissini aynı anda vermektedir. Dergideki kimi imzalar bilindik yazar – şairlere aitken, büyük çoğunluğunun adı duyulmamıştır. Okur merakla ikinci sayıyı bekler. İkinci sayıyı edinmek için kitabevinin yolunu tuttuğunda hikâye ilginçleşmeye başlar. Kitabevindekiler böyle bir dergiyi hiç işitmemişlerdir. Okur derginin iç kapağındaki künyenin yardımına başvurur ve belirtilen adrese abonelik talebiyle birlikte bir miktar da para yollar. Ancak mektubu ve çeki geri döner. Bu sırada derginin ikinci sayısının tek nüshası Paris’te başka bir kitabevinde boy gösterir. Bu sayıyı da başka bir okur alır. Derginin ilk sayısını almış olan sadık okur, ikinci sayının varlığından habersiz olayı bir gazeteci arkadaşına anlatır. Meraklı gazeteci derginin peşine düşer. Bu sırada derginin üçüncü ve dördüncü sayıları başka başka kitapevlerinde teker nüsha olarak ortaya çıkınca olay edebi bir habere dönüşür. Dergide imzası bulunan kimi yazarlara ulaşılır, yazıların kendilerine ait olduğunu kabul ederler fakat böyle bir dergiden haberleri yoktur. Söz konusu dergi dört sayı yayımlanmış ve giz perdesi çözülememiştir. Bir dilbilimci dergileri inceledikten sonra yazıların neredeyse tümünün aynı kalemden çıktığını kanıtlar. Bu olayın ardından aynı şekilde, kimin tarafından yayımlandığı belli olmayan üç farklı dergi daha çıkar. İlk dergi bir ekol yaratmıştır. Öykünün sonu “Üçrenk Sanat “oluşumunu bilen, onu takip eden ve bir renk olarak bu oluşumda yer alanlara tanıdık gelecek:
“ Ben bu satırları yazıp bitirirken yaşlı ve neredeyse kör bir adam, sıradan, merdivenleri cila ve haşlanmış balık kokan bir evin dördüncü katında, mutfak masasının üzerinde özenle kestiği büyük harfleri kalın bir kâğıda yapıştırıyordu. Oradan yüzlerce kilometre uzakta, genç ve umursamaz, sporcu görünüşlü bir başka adam, bilgisayarında yazdığı, ertesi gün bir kitapçıda binlerce satılacak olan sıradan bir romanın sayfaları arasına yerleştireceği bir metni bitiriyordu. Okyanusun öte yanında bir üçüncü kişi, B. Üniversitesinin kitap ödünç alma yerinde, kısa süre sonra uygun bir anı kollayıp tezgahın üzerine bırakacağı ince bir kitapçığın formalarını törensel bir özenle dikiyordu.
Kendi dünyalarının içine kapanmış insanlar, tanınma kaygısı taşımadan bir şeyler yazıyor. Kendilerine ait olmayan, zaten başka hiç kimseye de ait olmayan bir adla da olsa okunmuş olmak, onlara yetiyor. Onlar için adsızlık bir zorunluluk değil, peşinde koştukları şey, kimseyle paylaşılmayan, kimseye itiraf edilmeyen bir baş dönmesini yaşamak yalnızca… Onlara kendilerinin gizli derneklerin en gizlisini oluşturduklarını söylesek şaşırırlardı.”
Bu satırlar size ne düşündürdü bilmiyorum ama ben öykünün “ edebiyata bir iz bırakmak için” cümlesiyle bitebileceğini düşündüm. Üçrenk sanat’ı var kılan duygu ve düşüncenin bir öyküde karşıma çıkıverişinin yarattığı heyecanı düşünün. Daniel Bourdon, renklerden öykü kahramanı yapmıştı ve onun kurgusu Üçrenk Sanat tarafından yaklaşık üç yıldır birebir hayata geçirilmekteydi. Üçrenk’in edebi kaygılarını ya da kaygısızlığını öyküsüne taşımış bu güzel adamı selamlayarak kapattım kitabı. Düşündüm ki dünyanın başka bir ülkesinde biri kurar, bir başka ülkesinde bir avuç güzel insan o kurguyu yaşar. Edebiyatın soluk alma özgürlüğümüzü sözcüklerden kurulu bir keyfe dönüştürmesine minnetle…
ÜçRenk Kırmızı