"Edebiyat aracılığıyla esenliğe
kavuşturulmasına karşın; yaşam, yaşama günahını işler durur sürekli çünkü her eylem
us gözünde bir günahtır." Lisaweta Iwanowna'ya açıldığı anlardan birinde
söylemiştir bunu Tonio Kröger. Lisaweta’ya bunları söylerken ona gerçekte kur
yapmaya çalıştığını düşünmek istiyorum.
Yıllar sonra döndüğü baba ocağında yalnız bir adam olarak yaşlanmak
istemediği için genç kızın gönlünü şöyle bir yokladığını. Umarım bunu yapmak
istemiş olsun. Ve hikayesi yalnızca iki kişinin çalkantılarıyla
sınırlansın. Ama ya, pencereden herkes
adına bakmışsa yaşama? Bu durumda bulantısını nasıl açıklayacağız?
Cevaplanacak onca soruyu geride
bırakarak kayıtsızca bir hikayesinden diğerine geçerken hızına yetişemiyor,
izleklerine bakarak soluklanıyorum biraz. Hemen her öyküsünde iflas etmiş ya da
hastalıkla boğuşan bir tüccara rastlıyorum. Sonra bir bahçeye. İçinde yıkılmaya
yüz tutmuş ev ve havuza. Yazar açık yüreklilikle bizi çağırıyor olsa gerek,
kendini esirgemiyor. İçtenlik bu, evet evet. Çok büyük bir özveri aslında.
Noveller’in de otobiyografisini yazdığını düşünerek okuyacaklarıma dikkat
kesiliyorum.
Thomas Mann kahramanları çok
tuhaf; pek konuşmuyorlar. Novellerin’de yaşam susmuşken bunu elbette yadırgamıyorum.
Yakınmıyorlar ama. Yorgunlukları, ancak tekdüze bir yaşamda dindirilebilecek
sancıları var. İyice sokuluyorum aralarına. Onları biraz yakından tanımalıyım
şimdi. Örneğin loşlukta yüzünün ancak bir kısmını seçebildiğimiz Bay Spinell’e
bakalım:
Masasındadır yine. Başı da eğiktir. İnatla, cevaplanmayacağını bildiği mektuplardan
birini daha yazmaktadır. Ne mektuplar ama. İçinde yenilir, yutulur cinsten
olmayan hakaret cümleleri peş peşe sıralanmış. Üstelik her biri şehrin adı sanı
bilinen önemli şahsiyetlerine gönderilecek. Ya da Johannes Friedemann
tiplemesine. O da Bay Spinell gibi sık sık odasına kapanır. Orada kemanıyla
oyalanır ki öne kavisli göğsüne rağmen çalabilmektedir kemanını. Hikaye ve şiir
kitapları da okur. Tutkuyla üstelik. Yükselen
sesi, içinde aşk sözcüğü geçen mısralara gelince eşikte kulak kabartarak
bekleşen gündelikçi kadınların fısıltıları arasında geri çekilerek kesilir.
Tonio Kröger ise yetenekleriyle içlerinde en dikkat çekici olanıdır. Güneyli
yüzü, ürkek bakan iki siyah gözün kılavuzluğunda
yönünü ararken beyaz tenli, sarışın alman arkadaşlarının keskin bakışlarıyla
karşılaştığında nedense savsaklayan adımlar atmaya başlar.
Kaçınmaya çalıştıkları her neyse
gölge gibi peşlerindeydi Mann karakterlerinin. Belki bana öyle geldi,
bilemiyorum. İyisi mi, önce Friedemann'ın öyküsüne de bir bakalım:
Öykü küçük bir kaza ile başlar.
Annesi kızlarıyla çıktığı gezintiden dönünce bir aylık Friedemann'ı
kundaklandığı masanın dibinde tortop yatarken bulur. Hizmetçi kadın sarhoş, bebeğin
başında öylece bakıyordur. Üzerinde durulmaz pek, geçiştirilir. Olay öncesinde anne üstüne düşeni
yaparak kadını uyarmıştır çünkü. O halde mesele yoktur. Bana göre küçük Friedemann’ın kamburu ailenin
yaşadığı talihsizlik ve vurdumduymazlığa dayalı gibidir. Friedemann daha
küçükken babası hızla iflasın eşiğine gelir. Kederinden olacak, fazla da
yaşamaz zaten. Böylelikle Thomas Mann, normal yaşamdan soyutlanmış bir Friedemann
çıkarır karşımıza. Onu tüm çıplaklığıyla görürüz. Yazar, saplandığı derinlikte sancıyan bir
ağırlıktan kurtulmuşçasına rahattır.
Okuduğum zaman bu sıska bedene
reva gördükleri için, yazarına içerlemiştim. Talihsizliği cezalandırmak kastı
mı taşıyordu, ne? Sonra, Tonio Kröger
ağzından söylenmiş şu cümle geldi aklıma: “…bu iş için daha baştan seçilmiş ve
lanet halkası boynuna geçirilmiş bir sanatçıyı, biraz bakmasını bilen kimse
öteki insanların arasından hemen bulup çıkarır.” Etkileyici bir yargı. Thomas
Mann kendi dönemine ait etkilerle burada belki başka bir şey anlatmak istedi
ama yine de düşünmeden edemedim. Birçok insan yaratılışındaki duyarlılıkla
yönelmiştir sanata. Eminim, yatkınlıklarının farkına varamadığı için
sanattan uzak kalmış diğerlerinden mutsuz da değillerdir. İronik dilden okur
olarak payını alma sırası bize mi gelmişti yoksa? Sanata verdiğimiz değer kadar ki her zaman
fazlasını hak etmiş sanatçılarımızdan bunu esirger miydik hiç! Şu soruya cevap
aradığını varsayıyorum: Bu insanları lanetleyen kim, üstelik doğuştan gelen
kazanımları yüzünden. İnanıyorum ki,
aykırı, tuhaf kalmak pahasına olsa da sanatın hakkını verebilmek için bir nebze
insani duygulardan arınmışlığı savundu.
İyi ki şans eseri önce, “Faulkner’in
Ses ve Öfke’si”ne bakmışım. Derinlikli
dil özelliğini oradan az buçuk tanımasam kolayca gözardı edebilirdim Friedemann
ve diğerlerini. Kuralcılığın ardına gizlediği gerçek yüzüyle barışık
yaşayabilen Jason’la
Thomas Mann kahramanları baş edebilecek midir mesela? Friedemann’ın karşısına vücut dilinde
sırnaşan dişiliğiyle Quentin çıksa ve tıpkı dayısı Jason’u cezalandırmak
isterken yaptığı gibi sessiz öfke ataklarıyla zavallı Friedemann’a yönelse ne
yapardı bizimkisi? Kemanına mı sarılırdı
yine? Sanmam. Yolları kesişmezdi bir
defa. Quentin’in yaşadığı orta sınıfa
özgü kaygılar, Friedemann’ın nispeten ayrıcalıklı sayılabilecek dünyasına
yabancı şeylerdi. Edebiyata, şiire tutkundu. Tablo gibi eşsiz, zarif bulduğu
bir kadının iç dünyasındaki sığlığı farkedince hatasını kabullenemeyip kendi
yaşamına son vermiştir.
Ya, tıraşsız yüzü ve koca
göbeğiyle Benjamin? Kapatıldığı akıl hastanesinde yetişkin olamayacak aklı,
bahçelerindeki çitin parmaklıkları arasına sıkışmış çocukluğun izini sürerken
sanatoryumda dinlenen Bay Spinell’den gerçekte ne kadar uzaktır? Toplumsal
sorunlara farklı pencerelerden baksalar da Faulkner üzerinden Thomas Mann’ı
aramak, izleklerini sürmek verimli bir çalışma olurdu herhalde. Ama itiraf
etmeliyim gereğinden çok dış mekan betimlemesi var. Sabredebilsem, öğreneceğim.
Anlatımın zenginliğine kapılarak her betimlemede gün yüzüne çıkacak bir kişilik
özelliğini keşfetmenin hazzını duyacağım. Kasvetli duruşlarına, umutsuzluklarına
öylesine odaklıyım ki dikkatimin başka yere kaymasına gönlüm razı olmuyor nedense.
Garibaldi