10 Aralık 2012 Pazartesi

SES HIRSIZI




Sırtımı denize, yüzümü sana döndüm. Gözlerin denizi ikiye bölen bir nehir gibi bölüyordu geceyi. Yüzünde gördüm açıktan kıyıya el sallayan tekneleri. Kirpiklerinde sudan yansıyan ışıklar, kucağımda martıların taşıdığı taşlar, sana baktıkça biraz daha inceldi kalbimin kenarları. Sana sarılınca gövdeme karıncalar üşüştü.

Seni tanıdığımda kırka katlanmış bir kâğıdın yırtığıydım ben. Katlanmış ve bir masanın ayağının altına iliştirilmiş. Sana baktıkça içinden geçtim bir su halkasının, tırnaklarımın dibinde biriktirdim gündüzün karanlığını.

Sen hiçbir resmin içine sızmayı düşündün mü? Ben düşündüm. Hem de kaç kere. Ne zaman resmine bakmaya kalksam, içimden o resmin içine girmek ve yanına ilişivermek geçti. Omzum omzuna değsin sessizce, aramızdan rüzgâr bile geçmesin, bedeli hiç kıpırdamamak bile olsa, hep o resmin içinde, senin yanında kalayım istedim. Sonra düşündüm, yan yana çekilmiş bir fotoğrafımız bile yoktu bizim. Ne bir sihirli değneğimiz, ne kumdan kalelerimiz, ne gövdesi birbirine dolanmış ağaçlarımız, ne de kalbimizin altına sıkıştırdığımız bir köz parçası… Biz iki güney kaçkını gibi, hep karşı tarafından yürüdük rayların, o rayların asla bizi kavuşturmayacağını bile. Hiç uzaklaşmadan birbirimizden, ama hiç de dokunmadan aynı zamanda, öylece yürüyüp durduk istasyonlar boyunca.

Ne kadar çok yazdım sana? Ömrüm sana yazmakla geçti sanki. Parmaklarımı kullandım çoğu zaman kalem niyetine. Üstelik ne zaman sana dokunsam sayısı arttı parmaklarımın. Ellerim bir ağacın kovuğuna girmiş gibi oldu. Yazdıkça renk geldi kalbime, yazdıkça yeni yeni ülkeler yaptım senden. Biliyor musun, her gelen postacının yüzüne baktım dikkatle. Tek bir defa olsun, bana senden birkaç satır getirsin diye dua ettim. Yazdığım onca şeye karşılık, birkaç sözcükle de olsa bana yanıt ver diye bekledim. Sana yolladığım çiçeklerden sen bir bahçe yaparken kendine, ben burada çiçeksiz bir bahçe gibi kaldım.

Biliyor musun, sen ne zaman bu şehirden gidecek olsan, bu şehrin ağladığını duyuyorum. Yetim kalmış bir çocuk gibi, dizlerini karnına çekip, sessizce oturuyor bir kenarda. Sonra ağaçlar, sanki hepsi yatalakmış gibi, boylu boyunca, kıpırdamadan uzanıyorlar cadde boyunca. Deniz, getirip ayaklarımın dibine bırakıyor kurumuş bitki köklerini. Gemiler, sanki az önce kayalıklara çarpmış gibi yaralı. İstasyonlar boş, evlerin suratı asık, su altında kalmış bütün rıhtımlar. Yine de bu şehri yaşatan bu işte; senin arada bir gelmelerin. Onlar da olmasa hayalet bir şehre dönüşecek burası. Ben bu şehirden, sensiz hiçbir şey anlamıyorum oysa. Senin gidişinden yıkılmış bir kalenin artıkları ve bir yangın yerinin karamsarlığı kalıyor bana. Hiçbir şeyini gizlemeyi başaramıyor bu şehir. Nasıl da belli ediyor hemen sensizliğini. Sen burada olduğun zamanlardaki şehirle, sen gittikten sonraki şehri yan yana koyduğun zaman sonsuz fark çıkıyor iki resmin arasında. Şehrin ışıkları solgun bir fotoğraf gibi şimdi. Deniz, gökyüzünü üstüne örtüp derin bir uykuya yatmış. Ağaçlara hastalık yürümüş, kuşlar düşüyor durup dururken dallından kurumuş meyveler gibi. Ses gelmiyor dağlardan, çocuklar oynamıyor sokakta, güneş çoktan çekmiş sıcaklığını evlerin çatısından. Ve ben ayağı kırılmış ve vurulmayı bekleyen bir at gibi devrilmişim bir bozkırın ortasına. Şimdi daha iyi anlıyorum işte; kıyısına varmak için çırpındığım sular, çoktan kurumuş oluyor senin yokluğunda.

Nasıl anlatsam şimdi sana? Sana bakmakla uzayan ömrümü, sana yazmakla ayağımın dibine kıvrılan binaları nasıl anlatsam? Kim söyleyebilir gecenin bittiğini? Sen daha yanıma gelmeden, ilk önce saçlarının kokusunu aldığıma kim inanır? Seni, sen olmadan sevdiğime, içimde kırılmış kemiklere, göğüs kafesimi delip geçen şarkılara, koşulsuz aşklara kim inanır? Bütün bunlar değil aslında, sadece anlaşılamamak beni tüketen. Yazdıklarım gibi bir adam olmaya çalışırken, içimden taşan her sözcüğün, artık bana düşman gibi bakması.
Alışılmamış yanıtlarla çıkıyorum şimdi hayatın karşısına. Çünkü biliyorum, sana yakınlaşmak için yazdığım her sözcük, biraz daha uzaklaştırıyor seni benden. Öyle olur ya bazen. Çırpınırsın, direnirsin ama ne yaparsan yap daha da gömülürsün bataklığa. Hani eşyaları bile öylesine içselleştiririz ki, içlerinden biri kaybolduğunda ya da yeri değiştirildiğinde hemen hissederiz yokluğunu ve alt üst olur dengemiz. Mesela bir kül tablasının, bir mutfak gerecinin, küçük bir biblonun, sayfaları sararmış bir kitabın ya da bir sehpanın evde bıraktığı boşluk, hemen içimizde açılmış bir boşluğa dönüşür. Peki, ya bir insanın ardında bıraktığı boşluk? O tanımsız, o dipsiz uçurum? Onun eksikliğinin yanında, eşyaların eksikliği ne ki? Şimdi, sen bu şehirden başka başka şehirlerce uzaktayken, kıyıyı döven dalgaların sesini duyuyorum uzakta. Başımın üstünde çılgın gibi dönen kargalar, caddeden geçen arabaların gürültüsü, kitap arasına kurusun diye bırakılan ama orada unutulan gül yaprakları, altı çizilmiş sözcükler, belli belirsiz duyulan bir şarkı… Bütün bunlar sanki sensizliği hatırlatmak ister gibi bastırıyorlar göğsüme. Senden uzakta kaldıkça, nereye gidersem gideyim, boşluğa fırlatılmış bir taşa dönüşüyorum.

Hep yazarak geçmiyor işte hayat! Biraz da ölmek gerekir diyorum!

Kahverengi

                                                                 Stanko Abadzic