Sırtımı
denize, yüzümü sana döndüm. Gözlerin denizi ikiye bölen bir nehir gibi
bölüyordu geceyi. Yüzünde gördüm açıktan kıyıya el sallayan tekneleri.
Kirpiklerinde sudan yansıyan ışıklar, kucağımda martıların taşıdığı taşlar,
sana baktıkça biraz daha inceldi kalbimin kenarları. Sana sarılınca gövdeme
karıncalar üşüştü.
Seni
tanıdığımda kırka katlanmış bir kâğıdın yırtığıydım ben. Katlanmış ve bir
masanın ayağının altına iliştirilmiş. Sana baktıkça içinden geçtim bir su
halkasının, tırnaklarımın dibinde biriktirdim gündüzün karanlığını.
Sen
hiçbir resmin içine sızmayı düşündün mü? Ben düşündüm. Hem de kaç kere. Ne
zaman resmine bakmaya kalksam, içimden o resmin içine girmek ve yanına
ilişivermek geçti. Omzum omzuna değsin sessizce, aramızdan rüzgâr bile
geçmesin, bedeli hiç kıpırdamamak bile olsa, hep o resmin içinde, senin yanında
kalayım istedim. Sonra düşündüm, yan yana çekilmiş bir fotoğrafımız bile yoktu
bizim. Ne bir sihirli değneğimiz, ne kumdan kalelerimiz, ne gövdesi birbirine
dolanmış ağaçlarımız, ne de kalbimizin altına sıkıştırdığımız bir köz parçası…
Biz iki güney kaçkını gibi, hep karşı tarafından yürüdük rayların, o rayların
asla bizi kavuşturmayacağını bile. Hiç uzaklaşmadan birbirimizden, ama hiç de
dokunmadan aynı zamanda, öylece yürüyüp durduk istasyonlar boyunca.
Ne
kadar çok yazdım sana? Ömrüm sana yazmakla geçti sanki. Parmaklarımı kullandım
çoğu zaman kalem niyetine. Üstelik ne zaman sana dokunsam sayısı arttı
parmaklarımın. Ellerim bir ağacın kovuğuna girmiş gibi oldu. Yazdıkça renk
geldi kalbime, yazdıkça yeni yeni ülkeler yaptım senden. Biliyor musun, her
gelen postacının yüzüne baktım dikkatle. Tek bir defa olsun, bana senden birkaç
satır getirsin diye dua ettim. Yazdığım onca şeye karşılık, birkaç sözcükle de
olsa bana yanıt ver diye bekledim. Sana yolladığım çiçeklerden sen bir bahçe
yaparken kendine, ben burada çiçeksiz bir bahçe gibi kaldım.
Biliyor
musun, sen ne zaman bu şehirden gidecek olsan, bu şehrin ağladığını duyuyorum.
Yetim kalmış bir çocuk gibi, dizlerini karnına çekip, sessizce oturuyor bir
kenarda. Sonra ağaçlar, sanki hepsi yatalakmış gibi, boylu boyunca,
kıpırdamadan uzanıyorlar cadde boyunca. Deniz, getirip ayaklarımın dibine
bırakıyor kurumuş bitki köklerini. Gemiler, sanki az önce kayalıklara çarpmış
gibi yaralı. İstasyonlar boş, evlerin suratı asık, su altında kalmış bütün
rıhtımlar. Yine de bu şehri yaşatan bu işte; senin arada bir gelmelerin. Onlar
da olmasa hayalet bir şehre dönüşecek burası. Ben bu şehirden, sensiz hiçbir
şey anlamıyorum oysa. Senin gidişinden yıkılmış bir kalenin artıkları ve bir
yangın yerinin karamsarlığı kalıyor bana. Hiçbir şeyini gizlemeyi başaramıyor
bu şehir. Nasıl da belli ediyor hemen sensizliğini. Sen burada olduğun
zamanlardaki şehirle, sen gittikten sonraki şehri yan yana koyduğun zaman
sonsuz fark çıkıyor iki resmin arasında. Şehrin ışıkları solgun bir fotoğraf
gibi şimdi. Deniz, gökyüzünü üstüne örtüp derin bir uykuya yatmış. Ağaçlara
hastalık yürümüş, kuşlar düşüyor durup dururken dallından kurumuş meyveler
gibi. Ses gelmiyor dağlardan, çocuklar oynamıyor sokakta, güneş çoktan çekmiş
sıcaklığını evlerin çatısından. Ve ben ayağı kırılmış ve vurulmayı bekleyen bir
at gibi devrilmişim bir bozkırın ortasına. Şimdi daha iyi anlıyorum işte;
kıyısına varmak için çırpındığım sular, çoktan kurumuş oluyor senin yokluğunda.
Nasıl
anlatsam şimdi sana? Sana bakmakla uzayan ömrümü, sana yazmakla ayağımın dibine
kıvrılan binaları nasıl anlatsam? Kim söyleyebilir gecenin bittiğini? Sen daha
yanıma gelmeden, ilk önce saçlarının kokusunu aldığıma kim inanır? Seni, sen
olmadan sevdiğime, içimde kırılmış kemiklere, göğüs kafesimi delip geçen
şarkılara, koşulsuz aşklara kim inanır? Bütün bunlar değil aslında, sadece anlaşılamamak
beni tüketen. Yazdıklarım gibi bir adam olmaya çalışırken, içimden taşan her
sözcüğün, artık bana düşman gibi bakması.
Alışılmamış
yanıtlarla çıkıyorum şimdi hayatın karşısına. Çünkü biliyorum, sana yakınlaşmak
için yazdığım her sözcük, biraz daha uzaklaştırıyor seni benden. Öyle olur ya
bazen. Çırpınırsın, direnirsin ama ne yaparsan yap daha da gömülürsün
bataklığa. Hani eşyaları bile öylesine içselleştiririz ki, içlerinden biri
kaybolduğunda ya da yeri değiştirildiğinde hemen hissederiz yokluğunu ve alt
üst olur dengemiz. Mesela bir kül tablasının, bir mutfak gerecinin, küçük bir
biblonun, sayfaları sararmış bir kitabın ya da bir sehpanın evde bıraktığı
boşluk, hemen içimizde açılmış bir boşluğa dönüşür. Peki, ya bir insanın
ardında bıraktığı boşluk? O tanımsız, o dipsiz uçurum? Onun eksikliğinin
yanında, eşyaların eksikliği ne ki? Şimdi, sen bu şehirden başka başka
şehirlerce uzaktayken, kıyıyı döven dalgaların sesini duyuyorum uzakta. Başımın
üstünde çılgın gibi dönen kargalar, caddeden geçen arabaların gürültüsü, kitap
arasına kurusun diye bırakılan ama orada unutulan gül yaprakları, altı çizilmiş
sözcükler, belli belirsiz duyulan bir şarkı… Bütün bunlar sanki sensizliği
hatırlatmak ister gibi bastırıyorlar göğsüme. Senden uzakta kaldıkça, nereye
gidersem gideyim, boşluğa fırlatılmış bir taşa dönüşüyorum.
Hep
yazarak geçmiyor işte hayat! Biraz da ölmek gerekir diyorum!
Kahverengi
Stanko Abadzic