24 Aralık 2012 Pazartesi

BİR ÖLÜYE MEKTUP





On yıl önce tam da bugün, hayatta en çok benzemek istediğim adamı, kendi ellerimle toprağa verdim. Bütün çocukluğum, onun gibi biri olmaya çalışmakla, onun ayaklarının yerde bıraktığı izlere basmakla ve yürürken ardında bıraktığı ekmek kırıntılarını toplamakla geçti. Gömerken bile o olduğuna inanamadım bir türlü. Sanki bir göçebeydi beyaz kumaşlara sarılan ve ben tanımadığım bir ülkeden getirdiğim toprağı atıyordum üstüne. O gün, sapından tuttuğum kürek ellerimde kaldı ve ben her sabah, daha başlamamış günün cesedini attım içimden kazıyarak. Gecenin bir vakti, cebimde tütün kolonyası ile eve gelip, o kolonyayı verecek kimseyi bulamayınca anladım onun gerçekten gittiğini. Duvarlardaki bakışları, kapı eşiklerinden atlayarak geçen nefesi, bahçede gövdesi birbirine geçmiş ağaçlar, kırmızı halının üstündeki anason lekeleri… Bütün hepsi onunla beraber gitmişti sanki. Geride, ömür boyu sormaya korktuğum sorular bırakarak.

Bugün tam on yıl oldu baba! Tam on yıldır sırtımda bir zıpkınla geziyorum. Ellerim yetişmiyor onu çıkarmaya. Ne zaman arkama uzansa kollarım, cam kırıklarıyla dolu bir fıçıya daldırıyorum sanki ellerimi. Ne annemin odalara yayılan ve gittikçe koyulaşan kederi, ne kardeşimin günden güne acıya uzayan boyu, ne de oğullarımı senin kucağına verememenin açtığı oyuk. Hiçbir şey tanımlamıyor içimde genişleyen boşluğu. Durmadan devr-i daim yapan şu hayatın içinde, çarpmak için kendine göre bir kayalık arayan bir tekne gibiyim…

On yıl önce, tam da bugün, hayatına kendi elleriyle son vermiş bir adamı, onun sakallarına dokunmayı özlemiş ellerimle toprağa verdim. Biliyorum, imkânı olsaydı eğer, kendi gömmek isterdi bedenini toprağın altına, suyu başına değil de ayakucuna dökmek isterdi. Hayatta en çok olmayı istediğim adamdı. Şimdi omuzlarıma ceket gibi attığım kapkara bir tedirginlikle, sonumun onun gibi olmaması için çırpınıp duruyorum.

İnsan uzağında olduğu ama eninde sonunda yüz yüze geleceğini bildiği birini özlerse eğer, özlemek o insanı büyütür. Ama artık hayatta olmayan, hiçbir şekilde bir araya gelemeyeceği bir insansa beklediği, bundan daha ağır bir duygu yoktur yeryüzünde.

Seni çok özlüyorum baba! Seninle kızgın güneşin altında tütün kırmayı, börülceleri yere diktiğin çubuklara bağlamayı, elma ağaçlarının gövdesine kireç sürmeyi, ıssız bir fabrika deposunda zeytinleri çöplerinden ayıklamayı, köy kahvesinin ahşap masalarında, gürül gürül yanan sobanın etrafında domino oynamayı, kapı önünde nacakla odun kesmeyi, bakla yaprağından yaptığın salatayı kaşıklamayı, dağlarda mantar aramayı, hayıtların kabuklarını soymayı, kahverengi kabanınla sokağın köşesinden döndüğün anı özlüyorum. Sonra tütünün sararttığı bıyıklarını, yanağında çıkan bezeyi, kırçıllaştıkça çam ağacı gibi kokan saçlarını, her gece özenle meyve dilimleyen ellerini, altına toprak biriken tırnaklarını özlüyorum… İnsan hiç sever mi hastalığını? Ben, senden bana kalan tek şey diye, her gece migrenime sımsıkı sarılıp öyle yatıyorum.

Bugün tam on yıl oldu baba! On yıldır yüzümde bir kuyu deseniyle yaşıyorum. Ayakkabımın içine pıtraklar dolmuş, ceplerimde çakırdikenleri. Bana ait değil sanki kimliğimdeki fotoğraf, aynada baktığım yüz, omuzlarımdan sarkan kollarım benim değil. Kendimi on yıl öncesinde bırakmışım; çam ağaçlarıyla dolu o mezarlıkta. Oysa bir iğde ağacının dibine gömülmek isterdin değil mi? Her rüzgâr estiğinde, iğde çiçeklerinin kokusunu duymak ve sırtını gökyüzüne dayamış bir yamaçtan izlemek isterdin denizi. Kim bilir, belki arada sırada yerinden doğrulup tuz kokusuna gitmek de gelirdi içinden. Her şey yarım kaldı baba. Bak! Kazık kadar adam oldum ama yine de beceremedim sana benzemeyi.

Hayat gidenin yerine bir başkasını çıkarıyor her zaman. Ama eksik, ama fazla. Bugün tam on yılını doldurmuşken sensizliğin, dört gün önce bir oğlum daha geldi dünyaya. En çok, bu anı kaçırdığın için kızıyorum sana. Oğullarımın birini bir dizine, ötekini diğer dizine oturtamayacağın için. Onlara masallar anlatıp, iyiyle kötüyü ayırt etmelerini öğretemeyeceğin için. Birinin, senin adını taşıdığını asla bilemeyeceğin için. Onlarla bahçelerde koşturamayacağın, zeytin tanesinin inceliklerini öğretemeyeceğin, kokularını içine çekemeyeceğin, terlediklerinde sırtlarına havlu yerleştiremeyeceğin için. En çok bunun için kızıyorum işte sana. Oğluma, ‘niye benim bir tane dedem var?’ diye sordurduğun için.

Dört gün önce bir oğlum daha oldu baba! Ona ‘Rüzgâr’ adını verdim. Belki o vazgeçemediğin iğde kokusunu sana getirir diye. Belki altında yattığın çam ağacının kokusunu benim göğsüme taşır diye. Belki yokluğunun hayatımızda açtığı boşluğu, o küçücük adımlarıyla doldurur diye.

Bugün tam on yıl oldu baba! Şimdi sana bu mektubu yazarken, bunun sana yazdığım ilk mektup olduğunu fark ediyorum. Ve ‘keşke’ diyorum, ‘şimdi oğlumu kucaklayıp koklarken yanımda olsaydın da, ben mektup yazmaktan da, şiir yazmaktan da uzakta kalsaydım.’ Ve keşke ‘baba’ olsaydı sahip olduğum tek sözcük.

Kahverengi

                                                                Arno Rafael Minkkinen