“… kendisini
cisimlendiren varlıkta öldürüldü…”
Albert Camus –
Başkaldıran İnsan
Sokağın karanlığına bakarak kendi
mateminize katıldığınızı düşünebilirsiniz. Kaldırımın kenarına atılan kedi leşi
azabınızın dehşetini göstermesi açısından fikir verici olabilir. Ya da kırılmış
olmasına rağmen aydınlatmaya çalışan sokak lambası, göz kapaklarınızı
çağrıştırabilir size. Bu kadar kolay olmamalı kurtuluş! Yaşayarak ıstırabı
fazlasıyla soluduğunuzu düşünebilirsiniz. Bu durumda size sokağın hemen
başındaki çöpe atılan perdeyi gösterebilirim. Üzerindeki izmarit gölgeleri,
yağmura rağmen vazgeçemediği lekeleri pekâlâ gözünüzdeki perdeyi kaldırabilir.
Yokluktan ötürü perdeye devşirilen bu kumaşın zamanında bir kefen olduğunu
bilmek sizi aydınlatacaktır. Cansız bir bedene dolanmanın aşkıyla yıllarca
bekleyen bu zavallı kefen, gün gelip de perdeye dönüştürülünce eminim çok
üzülmüştür. Hatta kahrından ölmüştür de!
Kullanılacağı günü sabır ve sebatla
beklerken birden pencerenin önüne asılmak eminim onu şaşırtmıştır. Fakat amacı
çok önceden “biçilen” bu görev âşığı, ani bir kararla görevini yapmanın telaşına
düşmüş. Evvela önünde duran, kalp atışının esamesi okunmayan camı çevrelemeyi
düşünse de bunda başarısız oldu. Nasıl olsundu ki? Camı her sarma girişimi
zavallı kefen için bir gerçeğin ispatı oldu: doğuştan cansız olanı gömemezsin
ki! Kefen de o an ardındaki odaya akıp – gülümseme olarak tanımlanabilecek bir
eylemle- “Burası bir mezarı andırıyor” dedi. Ve odanın içindekileri kendilerine
o an için uzak olan ölümün varlığı gibi uzaktan sarıp sarmaladı.
İşte bu kefenin bulunduğu binanın tam altındaydı
lokanta. Giriş kapısının iştah açıcı kızıllığının yanında hemen ardında
sakındığı holün uzunluğu da pekâlâ acıkmış bir dimağı çıldırtmaya yetebilirdi.
Hole sağlı sollu asılan, resimlere bakan biri lokantadan ziyade tarihiyle gurur
duyan, kökleri bir hayli geçmişe uzanan bir ailenin varlığını hissedebilirdi.
Holün ardından gelen yemek salonu da son
derece büyük olmasının yanında sadece altı masanın bulunması nedeniyle
eleştirilmişti müşterilerce. Lokanta sahibiyse bu tür eleştirileri her
defasında aynı nezaketle cevaplıyordu:
-
Affınıza sığınarak bunların sadece masa olmadığının altını çizmek istiyorum.
Dikkat buyurursanız masaların insan anatomisine benzediğini göreceksiniz.
Sahibin bu cevabı herhangi bir şekilde
kinaye barındırmıyordu. Bizatihi insan anatomisi kinaye barındırıyordu.
Hayatında en az bir insan görmüş bir insan diyebilirdi ki “Bu dizim –insanı
bilmem ama- bana benziyor”.
Baştaki yuvarlak masanın hemen altındaki
dikdörtgen masa bu anlamda ilk fikri verebiliyordu. Bunun yanında yanlardaki ve
alt kısımlardaki uzun masaları da hesaba katınca ortaya bir insan görüntüsü
çıkıyordu. Neden öyle yapıldı veya niçin özellikle insan biçimi seçildi,
bilinmez. Amaç, masaların toplamından bir insan var etmek olabileceği gibi
insanı kendi görüntüsünden azat etmek olarak da yorumlanabilir.
Göğüs kısmı olarak tasarlanan yere oturan
şu altı kişinin sabırsızlığına bakın. O kadar ki heyecanlarından kendileri
görünmüyorlar. Hepsinin şu anda bir perde olarak kullanılan kefenden pek de bir
farkları yok sanki! Tüm bu fark, farksızlık ne olduklarından ziyade ne
olmadıklarıyla ilgili olabilir. Dikkat buyurun masanın başında durana. Elleri
nasıl da telaşlı… Bileklerinden masaya sabitlenen parmakları bir akrebin son
anlarına nasıl da benziyor. Şaşkınlığı, hangi parmağındaki zehrin acaba daha
öldürücü olabileceği yönünde. Ve bu yön her kat edişte bir parçası beliren
açlık hissinin ta kendisi de olabilir.
Servis aracının üzerinde dümdüz uzanan
çıplak kadının orada ne aradığı tam bir muamma… Masadaki altılı grubun kıpırdaşmalarına
bakılırsa o masayla bir ilgisi var. Servis arabası masanın önüne gelince iki
garson çıplak kadının omuzlarından ve ayaklarından tutup masanın ortasına
yatırıyor. Masadakilerin gözleri bir anda büyüyor. Öyle ki göz artık görmek
için ait olduğu bedeni kullanıyor. bedense son derece kör! Sağa sola çarpıp
duruyor. En sonunda tökezleyip olduğu âna yığılıyor.
Garsonlar masadan uzaklaştıklarında
sabırsız altılı gözlerini dikmiş kadına bakıyorlardı. Çıplaklığından
etkilenmedikleri her hallerinden belirdi. Çünkü oturdukları yerde hiçbir
müdahalede bulunmaksızın veya tepki vermeksizin duruyorlardı. Kadına değil de
kadının ne olacağına bakıyor gibi bir halleri vardı. Garsonların servis ettiği
bu kadın, içlerinde beliren dürtüden daha da çekici değildi. Altılıdan kaçıncı
olduğu bilinmez, son derece bodur biri kadının ayaklarına dokununca masanın
başındaki öfkelendi:
-
Açlığına saygı duy!
Bodur, elleriyle başını önüne eğip mahcup
bir ifadeyle beklemeye koyuldu. Kısa bir bekleyişin ardından masanın başındakinin
buyruğuyla herkes yerlerinden kalkıp, çıplak kadının derisini etinden, etini
kemiğinden, kemiğini ise masadan ayırdılar. Çıplak kadın artık daha bir çıplak
ve daha bir vardı. Soyunduğu yaşamı masadakilerin dişlerinin arasında öğütüp
altı farklı biçimde var olmuştu. Kadın artık tokluk hissinin kendisiydi. Kim ne
bilsindi kadının açlığının aslında kendisi olduğunu.
Ait olduğu bu tükenişin onun “ben”
diyebileceği yegâne hâl olduğunu kim bilebilirdi ki? Dahası kim bilebilirdi
kendisini cisimlendiren varlıkla çoktan öldürüldüğünü!
Kafkarengi
Paul Delvaux