“Kara” dedi.
Karaymış,
yeşildi, kendi bahtı
kadar kara değildi,
lahanalar. Hiçbir şey
kendi bahtı kadar
kara olamazdı.
Alaman
dişli canavar öğütmüştü,
kocasını; otuzundaydı, bereketliliğinin zamanında.
“Döndüğümde kök salacağız.”
demişti. Evlerinin içi
şen olacaktı. Olmamıştı, çocukları;
çocuğu olacaktı, kocası.
Döndü, tanıyamadı parçalanmış
suretinden. Bir tek
kopuk orta parmağında
bakır kırmızısı nikah
yüzüğü duruyordu. Belli ki
son zamanlarda çok
zayıflamış, yorgunlaştırılmıştı. Ah,
halbuki diri halleri
bereketi olacaktı! Ekmek
gibi, su gibi
paylaşacaktı, yalnızlığı,
oysaki şimdi yalnızlığı
içinde koskacaman sökülmüş
bir yumaktı. Dokunsa
da olmayacaktı, öncesi
kadar umutlu. Son
zamanlarda ölümüne yakın
ihtiyarlaşmış tarafında bildiği,
yüksek sesle itiraf
etmeye korktuğu tek,
kesin şey: UMUTSUZLUK.
Ve sırtında kamburundan
da ağır, bıçak altına
yatmayacak bir yük.
Ne zaman, kaç asır
önce kim tarafından
anonimleştirilmişti? Bahtına nasıl dolanmıştı, anlamaz, bir
yorgunluk düşünen tarafı
düştü, sağ omuzuna.
Usul usul eşelidi,
oturduğu yerden kocasının mezarını.
Bir, iki solucan
çıkarıp kendi sesine yabancı, yalancı
bir kahkaha attı.
Sesi kulaklarında küşürdedi:
“Feyyaz’ın etinden besili
sgolega...”
Hiç düşünmeden aldı, eline bir taş; ezdi, solucanın son kıpırdanışları toprak üzerinde donuklanaşana değin.
Fırlattı, taşı; aldı, lahanaları; bastırdı, yıllardır
sarılmanın sıcaklığını unutan
göğsüne. Ağır aksak
yeniden yeniden ömrünü
bileyen iniltili dizlerinin
üstünde doğruldu. Teneke
yamalı tahta barakasına
yöneldi. Peşi sıra
dökülüyor, iz bırakıyordu,
lahanalar. Bir zamanlar
sümüklü böcekleri öldürürdü,
orda burda iz
bırakıyor, diye. Ezselerdi,
şimdi de kendisini,
çoktan razıydı, bir
sümüklü böcek gibi
ölmeye. Mezar ile
mezarı arasında sürünmekten
bıkmıştı. Birkaç adımlık bezginliğinin
yol hikayesiydi onunkisi.
Kendi silikliğine şahit olacak
titrek parmakları ile
uzandı kendisinden daha
da yaşlı, kaynanasından
kalma aşınmış kapıya.
İçeri süzüldü, kimsenin bihaber
olduğu varlığı ile evliymişçesine.
Küf kokulu
odasının orta yerine,
tepeden bir ışık düşüyordu.
Işığın tam altına attı,
kucağındaki lahanaları. Lahanaların arasından yeşil bir tırtıl
varlığından bihaber kıpırdanıştayken, tavandan,
yaşlanmış anılarına inat, diriliği ile siyah
renkte bir örümcek süzülüyordu.
Bir müddet takılı kaldı,
örümceğin ve tırtılın
yaşamsal faaliyetlerine. Birden
çürümüş lambrilerin arasında
tıkırtı duydu, telaş
etmeden her zamanki
alışkanlığı ile çevirdi
başını:
“Kış kış
hadi gidin, kör
olasıcalar. Yine kunladılar,
nispetiniz bana mı? Tövbe
tövbe farelerin de oldu,
veletleri.”
“Ya
işte böyle Feyyaz!”
Nefes alabildiğince
bağırdı, ağladı, sustu.
Yavaşça yerden lahana
alıp yeşilin renginde
tenini görünceye değin
parmaklarının arasında ezdi.
Çiğ kokuyu genzine
doldurdu. Kalan parçayı
attı, ağzına. Bir
can kendi canından
çıkıyormuşçasına çabalanıp
söylendi :
“Kendinle beraber gömdüğün gençliğim sermayesiz bir
alın terinin damlasında. Hadi konuştur, yokluğunu. Savun kazançsızlığımı.
Söyle, bana Feyyaz! Şimdi bereketin ve
bolluğun nerede? Madem ölmüşlüğün
benimle, yaşanmazlığım seninle olsun. Hisset ! Benim hissettiğim gibi sen de
hisset! Bak, bereketin ve bolluğun şimdi lahananın köklerinde, yapraklarında.Bir lokmanın yutulabilir öncesinde,
dişlerimin kovuklarında. Söyle bana
Feyyaz, bereketin ve
bolluğun nerede şimdi,
nerede Feyyaz???!!!”
Sgolega: Solucan
NEFTİ