Oyun
başlayalı çok olmamıştı ben vardığımda ya da oyunun başlangıcıyla ortası arasında
ayrımsanacak bir fark yoktu. Bu da handiyse aynı anlama geliyordu, benim gibi
dışarıdan gelen bir yabancı için. Başlangıç, orta, sona yakın, başa yakın;
hepsi aynıysa bunların; oyunu oyun kılan tek bir işaret kalıyordu geriye.
Oyunun sonu. Sonu olsun ki ayırt edebilelim oyunu hayattan. Zaten yeni gelenler
ayıramıyordu, oyunu oynayanlarla izleyenleri. Peki eski gelenler! Onlar…
Öyle
ki herkes oynuyor sanılıyordu ilk bakışta. Bu farksızlık beni bile kuşkuya
düşürmüştü önceleri. Oynuyor muydum, izliyor muydum? Yoksa izleniyor mu? Görünüşte izliyordum, ama bazı oyuncuların
bana karşı tavırlarında onların beni oyuncu olarak gördüklerini seziyordum. “Bir
oyun” diyordum içimden, “sezgilerin öngördüğü ham hayaller üzerine inşa
edilebilir mi?” ya da…
Peki
ya izleniyor olmak! Bir öznenin gözbebeğinin arkasına düşen ters bir görüntü
olmak! Ürkütücü olan izlenmek değildi elbet, eğer oyuna dâhil olduğuna eminsen.
Korku kuşkunun bebeğiydi, en sığ oyunda bile. Keşke…
Herkes
biliyordu oyunun sonunun “Bittiiii” bağrışıyla geldiğini. Ben de herkesin
bildiğini biliyordum. Birisi bitti diye bağıracaktı; ama öyle az uz değil, çok
bağıracaktı, boğazını yırtarak, ciğerlerini ağzına dayayarak, sırtıyla göğsünü
birleştirerek. Bitti diye bağıran çıkmadığına göre oyun devam ediyor olmalıydı.
Ne zaman başlamıştı oyun, soracak kimse olmadığı için bunu da bilemeyecektim.
Oyun sırasında oyunculara oyun hakkında soru sormak yasaktı. Belki de oyundaki
tek yasak buydu. Bir de oyun kelimesini alenen kullanmak, oyundan başka bir şey
ima etsen bile…
Oyunun
önceden belirlenmiş bir adı var mıydı? Kurallarının yazılı olduğu bir yer?
Dışarıdan gelenleri sorgusuz sualsiz aralarına almalarına bakacak olursak onlar
kuralların açık ve seçik olduğunu düşünüyor olmalıydılar. Benim de aynı sonuca
ulaşacağıma inanıyorlardı belki de. Yoksa biri durur, bana oyunun kurallarını
anlatırdı, hiçbir soru işaretine yer bırakmaksızın çizerdi sınırları.
Koşuşturmaca sırasında oluşan kaostan yola çıkarak da birtakım sonuçlara
varılabilirdi tabii ama; aynı koşuşturmadan soru işaretlerine de varılabilirdi.
Demek ki emin olmak değildi oyunun amacı, kuşku duymak, kaygılanmak ve
ürkmekti. Belki de…
Adı
neydi oyunun? Körebe ile saklambaç arası bir görüntüsü vardı, adı körebaç
olabilirdi pekâlâ. Bir ebe vardı, kaçışanlar. Ebenin gözleri hep bağlıydı,
diğerleri hep kaçıyor, hep savruluyor, hep saklanıyordu. Savrulanlar eninde sonunda saklanıyordu,
saklananlar eninde sonunda intikam alıyorlardı. Bunu oyun öncesi hayatımdan
biliyordum. Ebe yavaştı yürüyüşünde, ama sabırlıydı, vakurdu. Süre sınırının
olmamasını sonuna kadar lehine kullanıyordu. Tüm deliklere giriyor, sokaktaki
duvarlar boyunca değneğiyle dolanıyordu. Düşeyazdığı zaman bileyazıyordu,
bileyazdığı zaman koşayazıyordu, koşayazdığında da yine düşeyazıyordu! Yakalanmamanın
kurallarını herkes biliyordu ama en çok ebe biliyordu. Görünen oydu ki ebe
sadece kuralların değil, kuralları koyan büyük zihnin art niyetinin de
farkındaydı. Böylece etrafından dolanabiliyordu engellerle karşılaştığında.
Oyunun yazılı olmayan kurallarının var olduğu söylentisi söylenti olarak
kalmalıydı çünkü…
Bu
yüzdendi ebelikten vazgeçmeyişi. Belki de ebeye mahsus bir yol açılıyordu
oyunun başında. Ebe olsun, ebelikten zevk alsın, oyundan hemen caymasın diye.
Öyleyse, bildiğim tüm diğer oyunların aksine, tüm oyuncuların ebe olmak için
yarışmaları gerekmez miydi? Bilmek değilse neydi amaç? Oyunun tanımını
yapamamak rahatsız etmiyorsa onları, nedendi bunca tantana, bunca gürültü,
bunca kovalamaca birbiri ardına? Ebenin oyuna bakışı muhakkak farklı olmalıydı,
çetin bir denizde ilerleyen ufak bir balıkçı kayığıyla devasa bir yük gemisi
aynı olur muydu hiç?
Oyunun
bildiklerimin dışında kuralları var mıydı yok muydu? Benden başka rahatsızlık
duyan yoktu, anlaşılan. Benden başka oyunun bitmesini isteyen de yoktu. Oyunun
bitmesini istemem bile yetti, oyuna dâhil olduğumu anlamam için. Herkes
istiyordu ama belli etmiyordu, tıpkı benim gibi. Oyun, kendini oyunun parçası
yaptığın anda başlıyordu. Parça olmak da bir işe yaramakla mümkündü. İşe
yaramak, yani oyunda rol almak, oyunun sınırlarını kendi sınırların kabul
etmek, kendi sınırlarını oyunun sınırlarına indirgemek. Sınır varsa sınırın
ardı da vardır. Ya yoksa…
Oyun
zevkliydi. Geniş bıyıklı, kocaman kulaklı, kır saçlı ebenin havada savrulan
uzun değneğinden kaçarak sığındığım bu duvar dibinde kalbimin atışlarını
dinlerken fark ettim bunu. Belki ilk
çağlardan kalma bir ölüm kalım savaşını andırdığı için, belki orta çağın
şövalyelerine gönderme yaptığı için, belki de arkamızda kalan kaleye –bir zamanlar orada yaşadığına inanılan güzel
Godiva’ya– sırtımızı dayadığımız için, denizlerden gelen uzun soluklu
meltemlere benzeyen içten bir serinlik vardı oyuncuların yüzlerinde. Bir de,
evde kalmış yaşlı kızların memelerinin arasında, yaldızlı kâğıtlara sarılıp
saklanılan kokulu sakızların, bir gün gelecek olan Don Juan kılıklı sevgiliye
verileceğine dair umuttu oyuncuları hevesli yapan. Kim bilir…
Duvarın
dibinde beklerken bir düdük sesi geldi sokağın göbeğe açılan geniş ağzından.
Ebe, çıkardı gözünü bağlayan kızıl çaputu; herkes saklandığı yerden neşeyle
çıktı, hoplaya zıplaya ilerlediler. Yolun bittiği yere, onlarca farklı tadın
sunulacağı, hararetle hazırlanan dev sofraya yöneldiler. Öyle ki ben de
koyuldum yola, bedenimi çevreleyen sele kapılarak, yanımda beliren her
oyuncunun benimle aynı düşünceleri paylaştığını sezerek. Herkes bendi, ben herkes. Kural yoktu, akıntı vardı. Akıntı karar
veriyordu hıza ve ivmeye, akışın yönüne, yönelene ve yönelinene.
Kimse
benden farklı değildi, ne benden üstün ne benden eksik. Hepimiz o eski kale
kapısını geçip, aynı Marco Polo öyküsüne inanıp, aynı İndoçin tütsülerinin
çıkardığı dumanı içimize çekerek düşmüştük bu yola, koyamasak bile başımızı.
Ben baş koymağa mı geldim ki başkalarından böylesine bir diğerkâmlık
bekliyorum? İntizar en büyük ayıbımdı, asla vazgeçemediğim. Vazgeçmeliydim ama!
Hepimiz aynı eksiklik ve bilgisizlik kaygısıyla dâhil olmuştuk oyuna. Oyunun
oyun olduğunu bile bile girdik içine, ne için olduğunu bilemesek bile. Belli ki
oyunun ne için olduğunu içeriden görebilirdik ancak, her ne kadar içeride
olduğumuzu asla bilemeyecek olsak da.
Madem muallaklıktan beslenen bir yargısızlıktı oyunu oyun kılan, mademki
oyun oyuncuyu kuşkuda bıraktığı sürece oyundu, mademki oyun oyunculardan
bağımsız bir akla sahipti, oyuncular yok olduğunda yok olan ve madem ki…
Hep
birlikte yemeğe gittik, güle oynaya, kahkahalar atarak. Demek bir ara
verilmişti yemek için ve düdük yemeğin işaretinin işaretiydi. Çünkü yemeğin
işareti oyuncuların kolektif akıllarıydı ya da akıllarda yanan bir ışık,
duyulan bir ses, karmaşık bir şebekenin bilinç gibi algılanmasının getirdiği
kaçınılmaz yanılgı. O görülmeyen, hissedilmeyen, bilinmeyen güç; oyuncuların
bireyler olarak akıl sır erdiremeyeceği ince sızı. Ancak yine de birkaçı bir araya gelirse. O da
belki, yani…
Yemek
şendi, şakraktı, güzeldi. Oyuncular için oyundan başkası yoktu sanıyordum, ama
var olduğunu öğrenmek sarsmadı beni. Belki de düdüğün keskin sesiydi beni
rahatlatan. Rengin değiştiğinin, güneşin battığının, çocuğun uyandığının ilanı
gibi bir ilandı bu, yaygarayı andıran. Düdük netti, bıçak gibiydi, yarım
bırakmayacak kadar istikrarlıydı. Yemekten sonra düdük tekrar çaldı, oyun
kaldığı yerden devam etsin diye herkes çabucak ayağa kalktı. Ebe, kızıl
çaputunu taktı; maskesini kafasına geçirip performansına devam eden bir palyaço
gibi. Oyuncular sağa sola koşuşturmaya başladılar, bayram sabahında hediye
avına çıkan çocuklara taş çıkarırcasına. İyi ama hatırlamayacak mıydı ebe az
önce kimin hangi delikten çıktığını? Yoksa bu da oyunun bir parçası mıydı? Unutmak da oyunun bir parçasıysa, hatta
şartıysa, neden oyunda olduğumuzu da unutup rahata ermiyorduk? Evet, evet öyle
olmalıydı. Unutmalıydık. Her şeyi, herkesi unutmalıydık. Affetmeliydik bize
kötülük yapanları ve acımalıydık onlara, kasabın koyuna acıması kadar ama… Sağ
yanağımıza şamar atanlara sol yanağımızı… Ve hatta!
Yok
ama; oyunda olduğumuzu unutursak oyunun dışını da unuturduk. Yani hayat ile
oyun arasındaki çizgi kaybolurdu. Var mıydı öyle bir çizgi? İçimden bir ses
“Geç kalıyorsun.” dedi. Koştum ve saklandım ilk bulduğum kovuğa. Yanımda bir
çocuk belirdi, şirin mi şirin, parlak mı parlak, gözlerinde evrenin karmaşası.
“Unut.” dedi bana. “Unut ki oyun hiç bitmesin, unut ki oyun hayatı taklit
edeceğine hayat bir oyun olsun.” Çocuğun başını okşadım titreyen ellerimle.
Geriye dönüp sokağa girdiğim kale kapısına baktım sanki kapının berisinde beni
bekleyen bir şeyler varmış gibi. Çocuk “Sen de biliyorsun.” dedi. Uzaklara
baktım anlamazlıktan gelerek. Oyun bitmeliydi yoksa her şeyin oyun olmasına
katlanmak zorunda kalacaktım. Oyunun her şeyim olmasına dayanamayacağımı bilsem
de…
Saklandığım
yerden çıktım ve bağırdım. “Bittiiiiii!”, “Bittiiiiii!”. “Oyun bittiiiiiii!”.
Ben böyle bağırınca tüm oyuncular yerlerinden çıktılar, şaşkın ya da pişman
görünmüyorlardı. Olağan bir sonu karşılıyormuş gibi bir halleri de yoktu. Sonra
ebeyi gördüm uzaktan ağır ağır bana doğru yaklaşan. Bir yandan da gözlerini
kapayan çaputu çıkarmaya çalışıyordu. Yanıma vardığında açıktı gözleri, ışıl
ışıl parıldayan ama gri bir sinsiliği derinlerde tuttuğunu da saklamayan.
Bir
anda ne olduğunu anlamadan etrafım sarıldı. Diğer oyuncular ellerimi, kollarımı
tuttular. Ebe; kızıl çaputu kafama sardı, gözlerimi kapadı, sıkı sıkı bağladı.
Elime değneği zincirleyip kilit taktı. Sonra sesler duydum, çığlıklar, bayram
coşkusunu anımsatan türküler.
Kaçışıyordu anlaşılan az önce elimi ayağımı tutan oyuncular. Ben ne yapacağımı bilmeden kımıltısız durdum
olduğum yerde. Beklediğim bir yönergeydi, bir sesti belki. Nihayet geldi beklenilen, her bekleyene nasip
olmayan. Usul usul üfledi kulağıma, okyanuslar üzerinde esen belli belirsiz bir
yel gibi. Bir şey demedi ama ben anlamıştım anlamam gerekeni.
“Artık
oyun sensin.” demişti titrek bir ses,
“Ne izleyensin ne de izlenilen. Oyunun ta kendisisin. Aramıza hoş
geldin.”