Ölüleri aldatamazsınız. Bir kez bile. Bakışlarında biriktirdiğin nefrettin sana yük
oysa ölünün donuklaşan bakışları size korku ve endişe nakşeder. Hata bazen yerinde olmayı dileyen bakışlar
ölüye tebessüm ettirir. Bakışlarımızla aramıza
aldığımız o korkunun biricik
nedeni acaba ben ne zaman öleceğim’’ dır. Gelecekte olacağımız son halimizi görmek
bizi daha çok geçmişe mi bağlıyor dersin.
Yok, işte geçmişten başak gidecek bir yerimiz. Ölüm, diri bir anlam kazanınca
baktığımız ilk yer hep orası değil mi?
Her gün bıkmadan usanmadan kendine bakıyorsun. Uyanışınla
birlikte soluğu aldığın yer buharlı bir gaz odası değil mi? Hayatımız boyunca
neredeyse hiç şaşmadığımız biricik alışkanlığımız tek nedeni bir türlü hafızamıza
yer edinemeyen görüntümüz.
Cilalı nesnenin karşısında
beliren şeye bir hayranlık mı yoksa kendini hatırlamak mı pek anlayamadım? İnsan kendini unutur mu dersin? Sanmam. Hiç
düşündün mü kendi yüzümüzü neden hatırlamadığımızı hatta düşlemediğimizi. Tıpkı
sesimiz gibi yüzümüze de yakın değiliz. Dokunarak da hissedemiyoruz. Ezber bir elin
kulak, burun, dudak üzerinde geçişi sıradan ve özensiz. Birbirlerini yabancılayan
kemiğimiz ve etimiz.
Bak burada her şey sihirli sanki. Cilalı nesneler hiç
ihtiyaç duyulmamış gibi. Toprak nasıl da sıcak sac da kavrulmuş ılımaya bırakılmış
kundak yatağı gibi. O yüzden burada her şey sıcak ve yakıcı. Tıpkı öfkemiz gibi yakıcı. Her gerilmede şaha kalkıyor öfke. Bedenleri güneşin kavuruculuğunda nasıl da
vahşileşiyor gördün mü? Tıpkı gergin
yayların ucundaki ok gibiler…
Kolun omzundan sarkıyor diye her şeyini kabul ettiğim anlamını
çıkarmıyorsun değil mi? Güneşin altında
bir köpek gibisin, dilin dışarıda inliyorsun sürekli. Karşından bir ahtapota
benziyorsun. Öyle ki, korkudan sarıldığını öldürebilirsin. Bunun adı aşk değil.
Sevgi de değil. Bunun adı ‘’
boşluk’’ dipsiz bir kuyun ucunda
düşmekle düşmemek arasında kalmak. Soluğumu
kesiyorsun, aşkımı bu kadar zavallı görmen seni lekeliyor beni değil.
Bak saçlarımı ıslatıyorum şehvetle. Sense kuru ve yabansın. Ellerinle kaldırıp fırlattığın o şey seni günahsız
kılmıyor. İnadın o kadar ağırlaşmış ki, beynin koyduğu o kışkırtıcı yasaklar seni
terletiyor. Bak! Parmak uçlarımda sızan terin toprağı ulaşıyor. Aman tanrım
toprağı yaran senin tuzun mu?
Sana öyle çengeller
taktım ki fakında değilsin. Keşke beynin sana emanet ettiği o kuşkuluğun
peşinde gitseydin de kollarıma atılmasaydın. Soluğunun kesilmesinin nedeni ben değilim. Aşkla
cenneti bir arada düşlediğin için bana sarılıyorsun. Bunu biliyorsun değil mi?
Bak bakalım ceplerinde ne ver. Yüzünü görmekte bu kadar
istekli biri neden onun içine bakmıyor? Ürküyle bakma ban öyle. Kendinden uzak düşmen için, seniokadar çok
mahrem bilgiyle doldurdum ki.
Geceleri acıdan uzuyordu kirpiklerimiz katran karası
saçlarımızın gölgesi göz kapaklarımıza düşerken, gözbebeklerimizden
vuruluyorduk ansızın. Ergin bir bakışla
büyümüştük oracıkta. Pembe gözlüklü
düş gezginleri,dünyalarına haz
katmak uğruna kilometrelerce yol tepmişlerdi. Ne
göreceklerini bilmeden hem de. İnce
narın parmakları arasında tutuğu
mercekle, sanki yeni keşiflerin peşindeydiler. Hesaba katmadıkları bir şey
vardı. Güneş. O kadar dik vuruyordu ki
toprak bile yılgınlaşmıştı. Yanlışlıkla bir yere tutsa büyüteci, yakıp kör
edecekti. Bu kara topraklarda ne
arıyorlardı? Uzakların büyüsü mü çekmişti onları dersin. Karşı kıyılardan
duyulan her sese kulak kabartmak ne kadar doğruydu. Yanılgıları duydukları
sesten mi yoksa uzaktaki bakışların zihni aldatmış olması mı? Kim bilir
renkleri, derileri, farklı olması cazibeyi artırmıştı. Pembe gözlüklerin çerçeveleri, yüzlerini kapatmıştı. Sadece burun delikleri ve
ufacık bir dudak boşluğu bırakmıştı.
Koku ve görme yetileri onlara yetiyordu anlaşılan.
Buradaki evler birer
ölü müzesi gibiydi. Şimdiye kadar içeri
giren olmadı hatta geçenlerde eşikten adımını yanlışlıkla öteye atmıştı ki kör
bir baykuş kafasını gagalamaya başladı. Peşinden gelenler eşikten bakıp geçerken
giyotine iki cümle söylemeden edemiyorlardı.
Oysa giyotin öyle güzel ışıldıyordu ki karşıdan, neredeyse
boynumuzu gönüllü uzatacaktık. Alınlarımızdan biriken terin emekle hiç mi hiç
ilgisi yoktu. Burası çöldü ve
yakıcıydı. Hayır, bütün neden tercihlerimizden kaynaklanıyordu. Bak şunlara
nasıl kaçışıyorlar. İklime yabancılık feci bir şeydir. Baksana şuraya.
Sürünerek palmiyelere doğru kaçıyorlar beyinleri daha fazla dayanamadı çölün
iklimine.
Baksana buraya kölelerin elinde ki yaprakları gördün
mü? Biriyle gölge diğeriyle de rüzgâr
estiriyorlar efendilerine. Sence bunlar
rüya görüyor mu? Sanmıyorum. Hiç umudum
yok.
Umut mu? Onlar için umut mu ediyorsun, ne için? Bilmiyorum,
içimdeki şu şey bunu emrediyor sanki varlığımın amacını hatırlatıyor bana
sürekli. Tek nedeni bu.
Demek ki içimizde
köle-efendi durumu var. İp kimin eline geçerse o cambaz oluyor. Biz en iyisi
ziyaretçilerimiz için, buzul bir çağ dileyelim.
Soluksuz Gri