3. GÜN
Kader bugün kısa bir süreliğine uyandı. Bir inleme sesi duydum
önce. Yaralarının acısını artık hissetmeye başladı sanırım. Epey canı yanıyor
olmalı. Bir hastabakıcı geldi yanına kontrol edip gitti. Doktor sabah
kontrolüne geldiğinde kendinde değildi henüz. Ağrı kesicinin dozunu değiştirdi
sanırım. Şu sıralar tekrar gelecek. Benim de koluma bağlı olan şeyi değiştirdi.
Yüzüme doğru eğildiğinde bıyıklarına sinmiş sigara kokusunu aldım. Gerçekten
kötü kokuyormuş. Uyanır uyanmaz bunu ona söyleyeceğim. Hasret amca bir türlü
uyanamadı benim gibi… Acaba dışarıda kimler var? Orada beklemek burada
beklemekten daha zordur eminim. Kızımın haberi olmasa bari çok üzülür… Eğer
buradan nefes alır halde çıkamazsam ne kadar çok şey eksik kalacak… Hangi insan
bu dünyada hiçbir işinin kalmadığını düşünmüştür ki? Bildiğim bir tek Einstein
var. Muhtemelen milyarlarca aptalın içinde yaşamaktan sıkıldığı için tedaviyi
reddedip maskara olmadan ölmeyi tercih etmiştir.
Hep ölmek için çok genç olunmaz ki… Ama 20 yaşındayken ölüme bu
kadar yaklaşsaydım farklı düşünürdüm çünkü o zamanlar yapmam gereken daha çok
şey vardı şimdi ise zaten bir çoğunu yapamayacağımı biliyorum. 90’lı yıllarda
Levi’s pantolonlar çok moda olmuştu. 501 modeli herkesin kıçındayken cevval
tekstilcilerimiz her kaliteden ve farklı kalıplardan sahtelerini yapınca, bir
anda çarşı pazar her taraf Levi’s oldu. Taklit olanların bariz anlaşılanları ve
bilinmeyen marka kotların adı “amele” oldu. Böylece sınıfsal ayrımcılık
ülkemizde kendini lale bahçesindeki osuruk ağacı gibi belli etmeye başlamıştı.
Sonrasında her şey maddi ederi ile değer bulmaya başladı. Arkadaşlarımın
arasında bu pantolon uğruna hırsızlık yapanlar, yemeden içmeden para
biriktirenler bile oldu. Bu markayla birlikte diğer reklamı yapılan meşhur
markalarda varoşlarda çok rağbet görmeye başladı. Parayla satın alınabilecek
şeylerin insanın değerini artırması genel olarak insanları çok mutlu etti çünkü
kültür, terbiye, usul ve adap parayla alınamıyordu ve parayı kazanmak daha
kolaydı. Daha seksenli yılların kaosundan yeni kurtulmuşken, çağ atlayan Türk
gençliği aslında kapitalizmin ağına düştüğünün hala farkında değil. Benim bu
durumu sallamıyor olmam o dönem arkadaşlarımın sohbetlerinden çok sıkılmama
neden oldu. Eğer yokluk çekiyor olmasaydım ve daha önemli ihtiyaçlarım için
kazandığım parayı harcamak zorunda olmasaydım belki ben de onlardan biri
olabilirdim. Ama o zamanın Gültepesinde delikanlı olmak, etilerde oturan zengin
bir kız tavlayabilmekti… Kahve türü yerlerden hiç hoşlanmadığım için bilardo
salonunun açılması beni çok memnun etmişti. Hala batak nasıl oynanır bilmem…
Bir de çoban çizmeler moda olmuştu. O zamanlar bu çizmeden giymeyen yoktur
heralde. Şimdi biri giyse herkes güler palyaço diye. Ama o zaman için bu domuz
burunlu, halka tokalı çizmeler bir fenomen haline gelmişti. Tabii ki ben
alamamıştım. O sıralar babamın gençlik arkadaşı rahmetli Ali Amca’nın oğluyla
çok iyi arkadaştık. Her gün okul çıkışı eve gidip üstümü değişir sonra ayakkabı
dükkanına giderdim. Ayakkabı yapmayı orada öğrendim. O dükkan hala duruyor…
Çoban çizme alamıyor olmak beni fazlasıyla yaralayınca giydiğim kahverengi
botları çoban çizmeye dönüştürmeye karar verdim. Bu benim için bir projeydi
aslında çünkü çoban çizme giymek istememe rağmen o iğrenç domuz burnu
istemiyordum. Ayakkabıcı arkadaşımla beraber, botlarımı tamamen söküp, sayasını
oksford denilen yuvarlak burunlu kalıba çektik. Siyah renge çevirdik, güzel bir
taban ve tok sesli ökçeler çaktık ve nihayet tokasını da taktıktan sonra
yuvarlak burunlu ilk çoban çizmeyi yaptık. Şaşkın bakışların ve “nereden aldın”
sorularını cevaplamanın verdiği keyifle o botlar parçalanana kadar giydim.
Bir de o zamanlar, babamın yürütmeye çalıştığı 1976 model Ford
minibüsün gençliğimi yediği zamanlardır. Bu minibüsle ilgili en büyük paradoks,
eski olmasıyla birlikte, servis aracı olması ve dolayısıyla her sabah saat
06:00’da marşına bastığında çalışma şartı ve hafta içi her gün 300 km yol yapma
gerekliliğiydi. Üzerinde kaç bin kilometrede olduğu bilinmeyen 57 beygirlik
dizel motoruyla ekmek teknemiz olan bu minibüs, babamın, hala hayran olduğum
mekanik bilgisiyle ve feda ettiğimiz hafta sonlarında yaptığımız ilginç
uygulamalarla, döneminin ötesinde donanımlara sahip olmuştu. Okul taşıtlarında
sürgülü kapılar olmadığı dönemde, §zorunlu olan otomatik kapılar, kilit
mekanizmasına takılan marş otomatiği ve kapıyı açıp kapamaya yarayan bir kolla
yapılırdı. Bu kol el freninin yanındadır ve orta kapının içerden açma kolu
söküldüğünden, kapı tamamen sürücünün kontrolündedir. Ancak zırt pırt bozulan o
lanet olası marş otomatiği yüzünden bazı günler 24 tane çocuğa tek tek kapı
açmak zorunluluğu doğabilir. Bir de işin kötü tarafı o zamanlar genellikle
arabaların el freni tutmadığından (bizimkinin tuttuğunu hiç görmedim) kontağı
kapatıp, arabayı vitese takıp olmadı tekeri kaldırıma yaslayıp, kaymayacağından
emin olunduktan sonra inip orta kapıyı açıp, çocuğu indirip sonra tekrar dönüp
100 metre sonra aynı işlemi tekrar etmek zorunda kalınırdı. Bu durumdan çok
sıkılan babamla birlikte bir hafta sonu bu mekanizmanın tamamen mekanik olanını
yaptık. Marş otomatiği iptal edildi ve iki kademeli kol ile önce kilit sonra
kapı açılıyordu. Sonraki haftasonundan itibaren babamın servis arkadaşlarının
hepsinin arabasına aynı mekanizmadan yaptık, kimseden de tek kuruş almadı.
Babamın zorunluluktan doğan icatları bu kadar değildi tabi. Aşırı yükten dolayı
silkeleme yapan şanzumanın altına travers, yaz sıcaklarında sürekli hararet
yapan motorun radyatörü önüne davlumbaz, orijinal fren sisteminde olmayan vakum
pompası ilavesiyle fren pedalında inanılmaz yumuşama, polyesterden kendi
yaptığı kalıba döktüğü yüksek tavan gibi birçok önemli buluşu benim sonraki
yaşamımı çok kolaylaştırmıştır. Hala da rahat durmaz. Şu an kullandığı 1990
model kartalda elektrikli bagaj kapağı var mesela. Eğer şöför değil de mühendis
olsaydı eminim adını buradan başka yerlere de yazdırırdı.
Her tarafımda o kadar çok zımbırtı bağlı ki, en başta şu nefes
almam için ağzıma takılı olan şeyden çok rahatsızım. Bedenimde bana ait olmayan
bir şeylerle yaşamak o kadar sıkıcı ki, zamanında sırf bu rahatsızlık yüzünden
diş protezlerimi çıkarttırmayı düşünmüştüm. Ezdiğim adam ne oldu acaba? Büyük
ihtimal onu öldürdüm. Beni almaya geldiklerinde arabanın altında biri olduğunu
bilmiyorlardı. Tanrım! O ses!... Bir bedenin parçalanma sesi! Normal şartlarda
duymamış olmama rağmen her kemiğinin kırılış şekli ve sesi zihnimde
yankılanıyor. Bunu aklımdan atmam çok uzun yıllar sürecek. Zeynep bunu
görmeseydi iyi olurdu. Bu sahne onun aklından da ömür boyu çıkmayacak.
Bu odaların en büyük eksikliği müzik olmaması. Bence insanları
hayatta tutmak için müzik çok iyi bir yöntem olur. Mesela şu an shakira şarkı
söylemeye başlasa kesin bir yerimi kıpırdatırım. 3 gün devam etsinler waka waka
dansı yaparak çıkmazsam sonraki yaşamımda sirkte bisiklete binen ayı olayım!