22 Aralık 2015 Salı

BU SABAH UYANMADIM

3. GÜN

Kader bugün kısa bir süreliğine uyandı. Bir inleme sesi duydum önce. Yaralarının acısını artık hissetmeye başladı sanırım. Epey canı yanıyor olmalı. Bir hastabakıcı geldi yanına kontrol edip gitti. Doktor sabah kontrolüne geldiğinde kendinde değildi henüz. Ağrı kesicinin dozunu değiştirdi sanırım. Şu sıralar tekrar gelecek. Benim de koluma bağlı olan şeyi değiştirdi. Yüzüme doğru eğildiğinde bıyıklarına sinmiş sigara kokusunu aldım. Gerçekten kötü kokuyormuş. Uyanır uyanmaz bunu ona söyleyeceğim. Hasret amca bir türlü uyanamadı benim gibi… Acaba dışarıda kimler var? Orada beklemek burada beklemekten daha zordur eminim. Kızımın haberi olmasa bari çok üzülür… Eğer buradan nefes alır halde çıkamazsam ne kadar çok şey eksik kalacak… Hangi insan bu dünyada hiçbir işinin kalmadığını düşünmüştür ki? Bildiğim bir tek Einstein var. Muhtemelen milyarlarca aptalın içinde yaşamaktan sıkıldığı için tedaviyi reddedip maskara olmadan ölmeyi tercih etmiştir.
Hep ölmek için çok genç olunmaz ki… Ama 20 yaşındayken ölüme bu kadar yaklaşsaydım farklı düşünürdüm çünkü o zamanlar yapmam gereken daha çok şey vardı şimdi ise zaten bir çoğunu yapamayacağımı biliyorum. 90’lı yıllarda Levi’s pantolonlar çok moda olmuştu. 501 modeli herkesin kıçındayken cevval tekstilcilerimiz her kaliteden ve farklı kalıplardan sahtelerini yapınca, bir anda çarşı pazar her taraf Levi’s oldu. Taklit olanların bariz anlaşılanları ve bilinmeyen marka kotların adı “amele” oldu. Böylece sınıfsal ayrımcılık ülkemizde kendini lale bahçesindeki osuruk ağacı gibi belli etmeye başlamıştı. Sonrasında her şey maddi ederi ile değer bulmaya başladı. Arkadaşlarımın arasında bu pantolon uğruna hırsızlık yapanlar, yemeden içmeden para biriktirenler bile oldu. Bu markayla birlikte diğer reklamı yapılan meşhur markalarda varoşlarda çok rağbet görmeye başladı. Parayla satın alınabilecek şeylerin insanın değerini artırması genel olarak insanları çok mutlu etti çünkü kültür, terbiye, usul ve adap parayla alınamıyordu ve parayı kazanmak daha kolaydı. Daha seksenli yılların kaosundan yeni kurtulmuşken, çağ atlayan Türk gençliği aslında kapitalizmin ağına düştüğünün hala farkında değil. Benim bu durumu sallamıyor olmam o dönem arkadaşlarımın sohbetlerinden çok sıkılmama neden oldu. Eğer yokluk çekiyor olmasaydım ve daha önemli ihtiyaçlarım için kazandığım parayı harcamak zorunda olmasaydım belki ben de onlardan biri olabilirdim. Ama o zamanın Gültepesinde delikanlı olmak, etilerde oturan zengin bir kız tavlayabilmekti… Kahve türü yerlerden hiç hoşlanmadığım için bilardo salonunun açılması beni çok memnun etmişti. Hala batak nasıl oynanır bilmem… Bir de çoban çizmeler moda olmuştu. O zamanlar bu çizmeden giymeyen yoktur heralde. Şimdi biri giyse herkes güler palyaço diye. Ama o zaman için bu domuz burunlu, halka tokalı çizmeler bir fenomen haline gelmişti. Tabii ki ben alamamıştım. O sıralar babamın gençlik arkadaşı rahmetli Ali Amca’nın oğluyla çok iyi arkadaştık. Her gün okul çıkışı eve gidip üstümü değişir sonra ayakkabı dükkanına giderdim. Ayakkabı yapmayı orada öğrendim. O dükkan hala duruyor… Çoban çizme alamıyor olmak beni fazlasıyla yaralayınca giydiğim kahverengi botları çoban çizmeye dönüştürmeye karar verdim. Bu benim için bir projeydi aslında çünkü çoban çizme giymek istememe rağmen o iğrenç domuz burnu istemiyordum. Ayakkabıcı arkadaşımla beraber, botlarımı tamamen söküp, sayasını oksford denilen yuvarlak burunlu kalıba çektik. Siyah renge çevirdik, güzel bir taban ve tok sesli ökçeler çaktık ve nihayet tokasını da taktıktan sonra yuvarlak burunlu ilk çoban çizmeyi yaptık. Şaşkın bakışların ve “nereden aldın” sorularını cevaplamanın verdiği keyifle o botlar parçalanana kadar giydim.

Bir de o zamanlar, babamın yürütmeye çalıştığı 1976 model Ford minibüsün gençliğimi yediği zamanlardır. Bu minibüsle ilgili en büyük paradoks, eski olmasıyla birlikte, servis aracı olması ve dolayısıyla her sabah saat 06:00’da marşına bastığında çalışma şartı ve hafta içi her gün 300 km yol yapma gerekliliğiydi. Üzerinde kaç bin kilometrede olduğu bilinmeyen 57 beygirlik dizel motoruyla ekmek teknemiz olan bu minibüs, babamın, hala hayran olduğum mekanik bilgisiyle ve feda ettiğimiz hafta sonlarında yaptığımız ilginç uygulamalarla, döneminin ötesinde donanımlara sahip olmuştu. Okul taşıtlarında sürgülü kapılar olmadığı dönemde, §zorunlu olan otomatik kapılar, kilit mekanizmasına takılan marş otomatiği ve kapıyı açıp kapamaya yarayan bir kolla yapılırdı. Bu kol el freninin yanındadır ve orta kapının içerden açma kolu söküldüğünden, kapı tamamen sürücünün kontrolündedir. Ancak zırt pırt bozulan o lanet olası marş otomatiği yüzünden bazı günler 24 tane çocuğa tek tek kapı açmak zorunluluğu doğabilir. Bir de işin kötü tarafı o zamanlar genellikle arabaların el freni tutmadığından (bizimkinin tuttuğunu hiç görmedim) kontağı kapatıp, arabayı vitese takıp olmadı tekeri kaldırıma yaslayıp, kaymayacağından emin olunduktan sonra inip orta kapıyı açıp, çocuğu indirip sonra tekrar dönüp 100 metre sonra aynı işlemi tekrar etmek zorunda kalınırdı. Bu durumdan çok sıkılan babamla birlikte bir hafta sonu bu mekanizmanın tamamen mekanik olanını yaptık. Marş otomatiği iptal edildi ve iki kademeli kol ile önce kilit sonra kapı açılıyordu. Sonraki haftasonundan itibaren babamın servis arkadaşlarının hepsinin arabasına aynı mekanizmadan yaptık, kimseden de tek kuruş almadı. Babamın zorunluluktan doğan icatları bu kadar değildi tabi. Aşırı yükten dolayı silkeleme yapan şanzumanın altına travers, yaz sıcaklarında sürekli hararet yapan motorun radyatörü önüne davlumbaz, orijinal fren sisteminde olmayan vakum pompası ilavesiyle fren pedalında inanılmaz yumuşama, polyesterden kendi yaptığı kalıba döktüğü yüksek tavan gibi birçok önemli buluşu benim sonraki yaşamımı çok kolaylaştırmıştır. Hala da rahat durmaz. Şu an kullandığı 1990 model kartalda elektrikli bagaj kapağı var mesela. Eğer şöför değil de mühendis olsaydı eminim adını buradan başka yerlere de yazdırırdı.

Her tarafımda o kadar çok zımbırtı bağlı ki, en başta şu nefes almam için ağzıma takılı olan şeyden çok rahatsızım. Bedenimde bana ait olmayan bir şeylerle yaşamak o kadar sıkıcı ki, zamanında sırf bu rahatsızlık yüzünden diş protezlerimi çıkarttırmayı düşünmüştüm. Ezdiğim adam ne oldu acaba? Büyük ihtimal onu öldürdüm. Beni almaya geldiklerinde arabanın altında biri olduğunu bilmiyorlardı. Tanrım! O ses!... Bir bedenin parçalanma sesi! Normal şartlarda duymamış olmama rağmen her kemiğinin kırılış şekli ve sesi zihnimde yankılanıyor. Bunu aklımdan atmam çok uzun yıllar sürecek. Zeynep bunu görmeseydi iyi olurdu. Bu sahne onun aklından da ömür boyu çıkmayacak.
Bu odaların en büyük eksikliği müzik olmaması. Bence insanları hayatta tutmak için müzik çok iyi bir yöntem olur. Mesela şu an shakira şarkı söylemeye başlasa kesin bir yerimi kıpırdatırım. 3 gün devam etsinler waka waka dansı yaparak çıkmazsam sonraki yaşamımda sirkte bisiklete binen ayı olayım!


Nar Çiçeği