2 Mart 2015 Pazartesi

ÖLÜ ZİYARETİ

Altı çocuklu Sevim’ in büyük kızı Zeliha’ nın on iki yaşına hürmetimiz sonsuzdu. Etekleri kadına, saçları adama benziyordu. On iki yaşında pencereleri yüzüne çerçeve edinmişti. Beklemeyi annesinden kader diye almış, çocukluğunu kardeşlerine emanet diye vermişti. İyi haberi annesine ilk o söylemek istediğinden hiç ayrılmazdı pencerenin önünden. Gözleri babasını bekliyordu, elleri, omuzları ama en çok da çocukluğu. Babası gelir gelmez ertesi güne kalmadan yeniden çocuk olacaktı. Annesine yoldaş olsun diye, kardeşleri çocuk olsun diye bir günde büyümüştü Zeliha. Çok çocuklu Sevim bir ev dolusu çocuğu nereye sığdıracaktı, hangisini avutacak, hangisini ağlatacaktı? Kanı bedeninden, varlığı mahalleden çekildi. Evden çıkmadı Sevim, kadınlığını, anneliğini, komşuluğunu unuttu. Miras diye Zeliha’ ya beklemeyi bıraktı sadece. Ölmedi, unuttu. Çocuklar: “Annemiz var” desinler diye nefes almaya devam etti. Ya da ölmeyi unuttu. Komşudan yemekler geliyordu akşam saatlerinde, sıcak ama yabancı. Dumanı benziyordu yalnızca annelerinin yemeklerine. 

Sevim’ in gözlerinde çocukların bir türlü tutunamadığı kuyular açıldı. Teker teker tırmandılar, düştüler. Sonra pes edip en dibinde yaşamayı kabul ettiler. Anneleri ölü bir güvercin gibi duruyordu salonun ortasında. Gömmeye kıyamadılar. Günden güne eriyen bir dondurmayı, saatler geçtikçe patlamaya yaklaşan bir bombayı andırıyordu.  Salonun ortasına aile diye annelerini diktiler. Bir evcilik oyunu yarattılar erkek rollerini çocuklar oynadı. Zeliha penceredeydi tüm evi bir kabustan uyandıracak haberi vermek için.  O zamanlardan kalma alışkanlığıdır: ‘yolda yalnız yürüyen birileri ya bir yeri terk etmiştir ya da o yere dönmemiştir’ diye düşünmek.

Kardeşlerinden birini biraz daha fazla severdi Zeliha. “Ablam okusaydı, doktor olurdu.” dediği için. Kendinin bile inanmadığı bu fikir Zeliha’ yı yine de mutlu ediyordu.

            Doktorun yanında işe girdiğinden beri, içinden : “İyi ki okumamışım, doktor falan olamazdım.” diye geçirirdi hep. Çocukluk hayali şöyle dursun, çay yapıyor, telefonlara bakıyordu, diğer zamanlarda da pencerede oluyordu hep. Doktor kadın, annelerin karnından doğamayacak çocukları alıyor, rahimde tırmanıp düşen bebekler yerine makaslar dolaşıyordu. Kadınlar ameliyatla anneliğini aldırırken -her seferinde- dünyada, duygusu ağırlığından büyük  bir yer açılıyordu. Kadınlara baktıkça annelerine değemeyen kardeşlerinin ellerini tutuyor, ortak kuyulardan geçiyordu.

Zeliha büyüdü biraz, yalnız kısa saçları, uzun eteği ve çocuk terliğine benzeyen sevimli yüzü değişmedi. Şimdi yaşasalardı ilk işe başladığındaki bebekler dört yaşına gelmişlerdi. Kendini küçük her şeyin annesi olmak zorunda hissettiğinden bazen onların bile annesi gibi hissederdi, ama bazen baba gibi hissettiği de olurdu. Adanmış bir hayattı onunki, kimin neye ihtiyacı varsa, o olmaya adanmış bir hayat. Çocukluğu da genç kızlığı da ipotekti dünyaya. Başka hayatları seyredip kendine hikayeler edinmişti. O hikayelere tutunmuş, o hikayelerden akmıştı.


Bir Cuma günü Doktor’ un yanına ruhuna toprak dökülmüş bir adam geldi. Adam ruhunu gömmeye cesaret etmişti. Sütlü Türk kahvesi pişirdi Zeliha. Çocukluğunu anımsadı kahvenin kokusunda. Annesi kendindeyken Zeliha çocuktu, hatırladı. Kahveyi annesi pişirirdi, elleri annesinin ellerine benzedi, kaderi annesinin kaderine. Bekliyordu hala. Beklemek  artık iyi haberden çok uzakta bir yerdeydi.

Pencere açık değildi, rüzgar sesi sinmişti odaya.  Adam soğuğu getirdi salonun tam ortasına dikti. Babasını ‘kin’e benzettiğini buldu. Adam’ ın gölgesi babasına benziyordu. Doktor’ un gözlerindeki kuyu annesine. Makasların kestiği kağıtlar gibi aile parçalarını temizledi Zeliha.  Elektrik kesildi, en sevdiği kardeşini düşündü, öğlenciydi şimdi okuldan çıkma vaktidir,  marş okuyacak. Bağıra bağıra korkma diyecek ama korkacaktı. Kardeşinin telaşı bulaştı ellerine. Adam’ ın getirdiği kitabın üzerine döktü kahveyi Zeliha. Adam’ın gidişi çabuklaştı. Kahve kapaktaki kadının yüzüne döküldü, kitap kahveyi, kadın kederi içti. Kadın her şeyi Adam’ a emanet etmişti, Adam’da da ne arasan yoktu. Soğuk bile insafa geldi. Adam’ ın ardından bir serinlik sızdı salona.  Kapı çaldı annesi elinde bir hırkayla girdi içeri,  kaset şeritleri gibi karmaşık gri saçlarına serinlik değdi. Zeliha Doktor’ un içmediği kahveyi annesine verirken saçları uzuyor, eteği kısalıyordu. Neye ihtiyacı varsa o oluyordu. Annesi ziyarete değil, kaderini almaya gelmişti. Bir güvercin çerçevesini aralarken, çehresi on iki yaşına döndü Zeliha’nın, hırkayı çocukluğuna giydi. Okusaydı kesin çocuk olurdu. Üç yalnızlık bir dondurmayı eritemedi. Kış kuyuları doldurdu yalnızca. Beyaza büründü doktor, hava kırıldı.

Sırça Sarı