Altı çocuklu Sevim’ in
büyük kızı Zeliha’ nın on iki yaşına hürmetimiz sonsuzdu. Etekleri kadına,
saçları adama benziyordu. On iki yaşında pencereleri yüzüne çerçeve edinmişti.
Beklemeyi annesinden kader diye almış, çocukluğunu kardeşlerine emanet diye
vermişti. İyi haberi annesine ilk o söylemek istediğinden hiç ayrılmazdı
pencerenin önünden. Gözleri babasını bekliyordu, elleri, omuzları ama en çok da
çocukluğu. Babası gelir gelmez ertesi güne kalmadan yeniden çocuk olacaktı. Annesine
yoldaş olsun diye, kardeşleri çocuk olsun diye bir günde büyümüştü Zeliha. Çok
çocuklu Sevim bir ev dolusu çocuğu nereye sığdıracaktı, hangisini avutacak,
hangisini ağlatacaktı? Kanı bedeninden, varlığı mahalleden çekildi. Evden
çıkmadı Sevim, kadınlığını, anneliğini, komşuluğunu unuttu. Miras diye Zeliha’
ya beklemeyi bıraktı sadece. Ölmedi, unuttu. Çocuklar: “Annemiz var” desinler
diye nefes almaya devam etti. Ya da ölmeyi unuttu. Komşudan yemekler geliyordu akşam
saatlerinde, sıcak ama yabancı. Dumanı benziyordu yalnızca annelerinin
yemeklerine.
Sevim’ in gözlerinde
çocukların bir türlü tutunamadığı kuyular açıldı. Teker teker tırmandılar,
düştüler. Sonra pes edip en dibinde yaşamayı kabul ettiler. Anneleri ölü bir
güvercin gibi duruyordu salonun ortasında. Gömmeye kıyamadılar. Günden güne
eriyen bir dondurmayı, saatler geçtikçe patlamaya yaklaşan bir bombayı
andırıyordu. Salonun ortasına aile diye
annelerini diktiler. Bir evcilik oyunu yarattılar erkek rollerini çocuklar
oynadı. Zeliha penceredeydi tüm evi bir kabustan uyandıracak haberi vermek
için. O zamanlardan kalma alışkanlığıdır:
‘yolda yalnız yürüyen birileri ya bir yeri terk etmiştir ya da o yere
dönmemiştir’ diye düşünmek.
Kardeşlerinden birini
biraz daha fazla severdi Zeliha. “Ablam okusaydı, doktor olurdu.” dediği için.
Kendinin bile inanmadığı bu fikir Zeliha’ yı yine de mutlu ediyordu.
Doktorun
yanında işe girdiğinden beri, içinden : “İyi ki okumamışım, doktor falan
olamazdım.” diye geçirirdi hep. Çocukluk hayali şöyle dursun, çay yapıyor,
telefonlara bakıyordu, diğer zamanlarda da pencerede oluyordu hep. Doktor kadın,
annelerin karnından doğamayacak çocukları alıyor, rahimde tırmanıp düşen bebekler
yerine makaslar dolaşıyordu. Kadınlar ameliyatla anneliğini aldırırken -her
seferinde- dünyada, duygusu ağırlığından büyük
bir yer açılıyordu. Kadınlara baktıkça annelerine değemeyen kardeşlerinin
ellerini tutuyor, ortak kuyulardan geçiyordu.
Zeliha büyüdü biraz,
yalnız kısa saçları, uzun eteği ve çocuk terliğine benzeyen sevimli yüzü
değişmedi. Şimdi yaşasalardı ilk işe başladığındaki bebekler dört yaşına
gelmişlerdi. Kendini küçük her şeyin annesi olmak zorunda hissettiğinden bazen
onların bile annesi gibi hissederdi, ama bazen baba gibi hissettiği de olurdu.
Adanmış bir hayattı onunki, kimin neye ihtiyacı varsa, o olmaya adanmış bir
hayat. Çocukluğu da genç kızlığı da ipotekti dünyaya. Başka hayatları seyredip
kendine hikayeler edinmişti. O hikayelere tutunmuş, o hikayelerden akmıştı.
Bir Cuma günü Doktor’ un
yanına ruhuna toprak dökülmüş bir adam geldi. Adam ruhunu gömmeye cesaret
etmişti. Sütlü Türk kahvesi pişirdi Zeliha. Çocukluğunu anımsadı kahvenin
kokusunda. Annesi kendindeyken Zeliha çocuktu, hatırladı. Kahveyi annesi
pişirirdi, elleri annesinin ellerine benzedi, kaderi annesinin kaderine.
Bekliyordu hala. Beklemek artık iyi
haberden çok uzakta bir yerdeydi.
Pencere açık değildi,
rüzgar sesi sinmişti odaya. Adam soğuğu
getirdi salonun tam ortasına dikti. Babasını ‘kin’e benzettiğini buldu. Adam’
ın gölgesi babasına benziyordu. Doktor’ un gözlerindeki kuyu annesine.
Makasların kestiği kağıtlar gibi aile parçalarını temizledi Zeliha. Elektrik kesildi, en sevdiği kardeşini
düşündü, öğlenciydi şimdi okuldan çıkma vaktidir, marş okuyacak. Bağıra bağıra korkma diyecek
ama korkacaktı. Kardeşinin telaşı bulaştı ellerine. Adam’ ın getirdiği kitabın
üzerine döktü kahveyi Zeliha. Adam’ın gidişi çabuklaştı. Kahve kapaktaki
kadının yüzüne döküldü, kitap kahveyi, kadın kederi içti. Kadın her şeyi Adam’
a emanet etmişti, Adam’da da ne arasan yoktu. Soğuk bile insafa geldi. Adam’ ın
ardından bir serinlik sızdı salona. Kapı
çaldı annesi elinde bir hırkayla girdi içeri, kaset şeritleri gibi karmaşık gri saçlarına
serinlik değdi. Zeliha Doktor’ un içmediği kahveyi annesine verirken saçları
uzuyor, eteği kısalıyordu. Neye ihtiyacı varsa o oluyordu. Annesi ziyarete
değil, kaderini almaya gelmişti. Bir güvercin çerçevesini aralarken, çehresi on
iki yaşına döndü Zeliha’nın, hırkayı çocukluğuna giydi. Okusaydı kesin çocuk
olurdu. Üç yalnızlık bir dondurmayı eritemedi. Kış kuyuları doldurdu yalnızca. Beyaza
büründü doktor, hava kırıldı.
Sırça Sarı