kendisi
kuru, gölgesi ıslak bir şemsiyenin altında
uzun
uzun öpüşmüştün rüzgârla
sırtında
iz bırakırken kanatlı karıncalar
ağzının
içinde açmamak için direnen bir gül
ve
düşerken gökyüzünü de yanında getiren bir kuş
denize
tuz götüren kervanların vardı senin
siyah
tanrılar için terleyen beyaz atların
insan
nasıl incelirse yaralı bir kirazı ısırırken
nasıl
durgun suda alabora olursa kimsesiz akşamlar
kabuğunu
sessizce döken bir ceviz sandık gibi
usulca
dökerdin taşlarla parlattığın kederini
ayağında
kopmuş sandaletiyle üzgün bir yaz
ve
azıcık enkaz, yarım bir hazdan kalan
kalbinin
akında sönmemek için direnen kireç
parmaklarında
ardiyeye çevrilmiş odaların hüznü
bahçeyi
zamanla içine alan bir orman gibi
ömrüne
dahil ettin kıymeti bilinmemiş kıymıkları
kırlangıç
çobanı dedim sana, denizi bekleyen korkuluk
dağ
olma yolunda ilerleyen tepelerden geçtin
okyanusa
dökülmeye heveslenen göllerden
birbirine
karışan otlardan ve oltalardan
gelip
oturdun kıyısına şu serin cehennemin
ellerim
yerinde olsaydı göstermek isterdim sana
kardeşliğin
bulanık gökyüzünde asılı duran kuşları
geceye
zehirli oklar saplayan akşamönü şarkılarını
sıcak
ikindi çorbalarını, kış gününün ömrünü kısaltan
ağacın
belleğinden düşen sararmış yaprakları
göstermek
isterdim, aşkı ve diğer felaketleri
arı kovanının ruhunu da gördüm, kahire’nin mor gülünü de
sobanın
üstünde sessizlikle konuşan güğümden dinledim
ve
duvardaki acem kiliminden düşmüş bir cezveden
sonsuzluğun
boynunda kaldı göğü açan anahtar
kızlar,
işledikleri mendile saklarmış rüyalarını
oturdukları
halının desenine karışırmış oğullar
kahverengi