Bahçe duvarının ardından kaldırıma sarkmış turuncu begonvillerin
altından geçerken fark ettim onu. Aynı kaldırımdaydık. Bana doğru ilerleyip bir
gölge gibi geçip gitti yanımdan.
‘Eve varınca bir çay
demleyeyim,’ diye düşündüm.
Dalları hâlâ çiçeksizdi…
Acı mı acı Ağaççık’ın ışığa değil de, karanlığa uzanan
dallarında çiçekler nasıl açsın ki? Kristal bir kibirle dondurduğu yüreğini
buzdan bir zırha hapsetmişken hiç şansı yoktu.
Istırap karşısında güçlü görünmenin, sağlam kişiliğin en önemli
kanıtı olduğuna inanırdı Ağaççık. O
kaskatı duruşunun, insanlara sadaka
falakası atmak için yaptığı iyiliklerin (!) egonun en pis kokusundan başka
bir şey olmayan o kibirden kaynaklandığını fark edememesi de bir başka talihsizlikti.
“Para,
insanın yürüyüşünü bile değiştirir!”
Övünürdü sahip olduğu o pis kâğıt parçalarıyla. Oysa
onca malına rağmen hâlâ kambur yürüyordu. Hakedilmemiş kazançların ağırlığı
mıydı, taşıyamadığı? Kendisine miras kalan o zenginliğin alın teriyle
kazanılmadığını o da biliyordu. Yine de pasaklı parayla böbürlenmekten geri
kalmazdı. Onun için yalnızca bir intikam aracı mıydı para? Sanmıyorum, basbayağı
seviyordu parayı.
“Aç
köpeklere yiyecek atar gibi, kapı aralığından fırlattım paketi önlerine. Yüzlerine
bile bakmadan hem de. Biliyor musun, en ucuzundan alıyorum peyniri, zeytini. Zıkkımın
pekini yesinler!
Nefretimi
doyasıya yaşamak için tepiyorum onca yolu. Yiyecek paketlerine yüklediğim
kinimi, kapı aralığından öfkeyle kusmak için!
Koştura
koştura, büyük bir zevkle gidiyorum sadaka falakasına.
İhtiyarların
ayak uçlarına düşen paketleri yerden toplayışlarını izleyip ‘köpekler!’ diyorum
içimden, ‘zehir zıkkım olsun!’
Ölüm
neden beni seçti?”
Ağaççık, esrik bir edayla bunları anlattığında ürpermiştim. Artık emindim, en ürktüğüm canlı türlerinden birine dönüşüyordu
hızla.
“Kin ve
nefretle yaşayabiliyorum ancak!”
Oysa burnunun dibindekiler de acı çekiyordu.
“Benimki daha gerçek!” diyerek ıstırabları da yarıştırırdı Ağaççık. Doğuştan rekabetçiydi.
Bu yokedilesi, yerle bir edilesi düzenin perperişan ettiği insanları
görmezden gelerek, “Neden ben?” sorusuna
yanıt arayıp duruyor, gitgide büyüyen nefreti ve o taş çatlatan donukluğuyla
kendisine destek olmaya çalışanların burnundan getiriyordu.
Yaşayan her şeye kin duyan Ağaççık,
yaşamı güzelleştirmek için uğraşanları da sevmiyordu. Yaşamak bir suçtu onun
gözünde. Zulmüne usturup katmaktan başka bir işe yaramayan zaman bile çaresizdi
onun karşısında.
Ağaççık’ın
yaptığı zulmü ona anlatmaya çalışıyordum. Ama ne yazık ki havaya sıçradığı an
sönen kıvılcımlardan farkı yoktu sözlerimin. İşkence devam ediyordu. Sonunda karar verdim. O zehirli kibrinin onu dikenli
bir çarmıha nasıl gerdiğini açık açık anlatacaktım. Anlattım da.
Hiç tepki vermeden dinledi beni. Tek bir sözcük
bile çıkmadı ağzından.
Sen misin, kraliçe
çıplak, diyen?
Canımın yakılacağı günün - daha önce de denemişti,
ama susmuş, yanıt vermemiştim - çok yakın olduğunu o buz sarkıtı bakışlarından
anladım.
Ağaççık’ın nefretini öfkeyle demlediği bir akşam, sıra bana da geldi.
Telefon çaldığında masa başında çalışıyordum. Gidip açtım. Sert ve buyurgan bir
ses titredi ahizenin ucunda.
“Palyaçoluk
yapmaya gelecek misin bize? Hadi, bekliyoruz!”
Şaşırmadım. Soytarı kim, soytarılık ne, sormadım
bile. Usulca kapattım telefonu.
Ve kibir, o talihsiz Ağaççık’ı
yerden yere vururken, acısını bile insanca yaşamasına izin vermiyordu.
Gamzeli bir ışık gibi göğe
ağan o güzel çocuğun gülüşünü düşündüm. Ve onun anısına son kez konuştum Ağaççık’la.
Çok söylemedim, birkaç cümle…
Sonra neler mi oldu? Görmezden, duymazdan geldiğim; öykümüzde yeri
olmayan nobranlıklar…
Yürüyüşe çıktığım bazı günler - bugün olduğu gibi -
Taşkırangillerden bir Ağaççık’la
yolumuz kesişiyor. O, başını öteye çevirip geçiyor yanımdan, bense ‘eve varınca
bir çay demleyeyim,’ diye düşünüyorum hep.
Sağır Renk
Migle Kosinskaite