O
kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Köyün yaşlıları, o kıştan sonra bir daha
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyleyip durdular. Dedem namaz
vakitlerini üç katına çıkardı, komşusu Salih Amca’nın hacdan getirdiği sarı
tespihi hiç elinden düşürmeden bütün gün dualar okudu. Zaten köyde olumsuz ne
varsa, hep hacca gidememesine yorardı.
“Bu
yıl ağaçlara kiraz vurmadı baba.”
“Beni
hacca göndermediniz de ondan!”
“Üzümler
hep yandı bu yaz.”
“Sizin
gibi evlatlar olmaz olsun, cezadır size bu!”
“Recep’in
kız hastalanmış, bir türlü iyileşmiyormuş.”
“Ah
bir hacca gideydim de, okuyup üfleyeydim kızı.”
Yıllardır
hacca gitme özlemiyle yaşama tutunan dedem, hiç gitmeyen kışın etkisiyle, bu
beklentisini yüklüğe kaldırdığını biliyor gibiydi. Eylül’den Mayıs’a kadar
süren bu kış, onun da inancını artık yavaş yavaş tüketmeye başlamıştı.
Köyün
kadınları, günlerce bir evde toplanıp bu kışın bir kıyamet alameti olduğundan,
köyün üstünde bir lanetin gezinip durduğundan bahsettiler. Evin bir köşesinde
sessizce oyun oynayan çocuklar, “kıyamet” ve “lanet” sözcüklerini
duyduklarında, korku ve heyecanla birbirlerine bir şeyler fısıldadılar.
Köy,
sekiz aydır kar altındaydı. Tarlada zeytinler ağaçlarda donup kaldı; kirazlar,
payamlar, zerdaliler çiçeğe durmaya vakit bulamadan can verdi. Bütün evlerin ve
yolların üstünü beyaz bir yorgan gibi örten kar, hayatı bir anda bir film
karesi gibi dondurdu. Otobüsler kasabaya gitmez, postalar köye gelmez oldu.
Ambardan bulgurlar çıktı. Unlar, darılar, zeytinyağları, kurutulmuş
patlıcanlar, domatesler, bamyalar, biberler yıllardır kötü günler için
saklandıkları yerden çıkıp yaşama karıştılar. Bütün köy habire ekmek yaptı,
dolmalıkları doldurdu. Bütün gün bacalardan dumanlar yükseldi.
Erkekler,
ellerinde küreklerle bir ev kadar yükselen karları küreyip tüneller açtılar.
Çocuklar o tünellerden, kıçlarının altında tahta kızaklarla kayıp karın keyfini
çıkardılar, şehirden köye gelemeyen öğretmenlerinin yasını tuttular, karın hiç
kalkmamasının hayalini kurdular.
Uzayan
kışla beraber düğünler de bitti. Köy meydanına kurulan masaların ve asker
davullarının yerini kocaman bir sessizlik aldı. Gençler askere gidemez, dönmesi
gerekenler de dönemez oldu. Düğünler bitince, memeleri yeni çıkmaya başlamış
genç kızlar da suskunluğa gömüldü. Rastıklar, kınalar yerine kalktı. Kızlar
oturup bütün gün çeyiz sandıklarını işlemeli örtülerle doldurmaya devam
ettiler.
O
kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Kışın pek gitmeye niyeti olmadığını
anlayınca, onu hayatımızın bir parçası yaptık. Dedem evlatlarına durmadan
beddualar okudu, torunlarına korkunç masallar anlattı, rüyasında şeytan
taşladı. Karların altına kazılan yollarda top oynadık, elimizde sapan boşu
boşuna kuş avlamaya çıktık, karın üstünde ateşler yaktık. Köy, bütün dünyadan
soyutlanmış, her yeri buzlarla çevrilmiş ıssız bir adaya dönüştü. Çeşmeler,
elektrik direkleri dondu. Dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir başımıza
kaldık.
Kadınlar
karları eritip varillere su doldurdular. Satı Ana ellerini dizlerine vura vura
ağıtlar yaktı, adaklar adadı. Kuzinelerin üstünde bakır güğümlerde sular
kaynatıldı, kara tencerelerde arpa çorbası pişirildi. Yemleri biten atlarımız,
ineklerimiz teker teker öldüler. Bu karın altında onlara gerek de kalmamıştı
zaten. Tavukları evlerin içine aldık, çocuk gibi ellerimizle besledik, pamuktan
yataklar yaptık.
Dedem,
kendi eliyle çaktığı aksak divanın üstünde mırıl mırıl bir şeyler geveledi hep.
Sandıktan Kur’an’ını çıkardı, ilahiler okudu. Babaannem ona bakıp bakıp ağladı.
Torunları, divanın kısa bacağının altındaki karton parçasını çıkarıp halının
altına sakladılar.
“Ulan
deyyuslar, yine topal bırakmışsınız divanı. Size Bedir Savaşı’nı okumam ha!”
Babam
her sabah sessizce kalkıp kahveye gitti, bütün gün okey ıstakasına fayans
döşedi, akşamına kan çanağı olmuş gözleriyle eve döndü. Demir kapının her
açılışında dedem derin bir nefes çekti.
“Hah
işte! Geldi bizim kumarbaz. Ben hacca gitmek istiyorum diyorum, o kahvede
şeytan işiyle eğleniyor.”
“Yapacak bir şey mi var efem?” dedi babaannem, “Hey yer kar
işte, tarlalar çürüdü.”
“Sanki kar yokken vardı da.”
Annem, dedem ne zaman babama söylense mutfağa
giderdi. Pembe tülbendinin ucunu ince elleriyle kavrayıp göz kenarlarına götürürdü.
Sonra da ocağa çay koyup odasına kapanırdı.
Babam, at sırtında kasabadan dönerken yol
kenarında görmüş annemi. Annem daha on altısında. Sırtında bir tutam ot. Önünde uyuz eşek. Yol boyunca takip
etmiş. Annem bizim köyün yoluna sapınca şaşırmış babam.
“Kız sen kimlerdensin? Ben hiç bilmiyorum seni.”
“Ben de seni bilmiyorum ağam.”
“Ben Kürt Ahmet’in büyük oğluyum”.
“Ha şu hayırsız olan. Gitti de şehirde başı
beladan eksilmedi dedilerdi.”
“Halt etmiş onu diyenler. Söyle bakalım
kimlerdensin sen?”
“Pilot Sabri’nin ortanca kızıyım ben.”
“Kız sen ufacık bebeydin ben gittiğimde. Ne
zaman böyle dal budak saldın?”
Cevap vermemiş annem. Başını önüne eğip, eşeğin
yularından tutup yürümeye devam etmiş. Babam da köy girişine kadar arkasından
kıkır kıkır takip etmiş annemi. Akşamına da babaanneme açmış konuyu. Babaannem
utana sıkıla dedeme anlatmış.
“Ha siktir be!” demiş dedem. “Garibin kızının
başını mı yakacağız?”
“Bak çok ağlıyor ama oğlan. Çok sevmiş belli.”
“Ulan ne zaman görmüş de çok sevmiş? Şunun
şurasında zaten geleli iki hafta oldu. Zaten köyde de durduğu yok pezevengin.
Zırt pırt kasabada. Ne bok yiyorsa artık orda?”
“Yapma efem. Bak düzelir belki evlenince. Evine
tarlasına sahip çıkar, köyden dışarı adım atmaz belki.”
“Tövbe tövbe…”
Tam iki ay yalvarmış babam babaanneme. Babaannem
de dedeme. En son inadı kırılmış dedemin. Çekmiş babamı kenara.
“Bak ulan itoğlu it! Eğer kızdan bir şikâyet
duyarsam, rahat durmadığını, kızı üzdüğünü bir anlarsam kendim kovarım seni bu
köyden. Bir daha da yüzümü göremezsin. Beni Pilot Sabri’ye de, el aleme de rezil
etme sakın”
“Yok baba. Vallaha söz. Evden tarlaya, tarladan
eve. Hele sen beni bir evlendir Esma’yla, gör bak nasıl adam olacağım.”
Pilot Sabri başta yanaşmamış annemi vermeye. “Küçük”
demiş, “senin oğlan” demiş, “uğursuz diyorlar” filan demiş. Dedem bakmış
olmayacak muhtar Halil’i sokmuş araya. Pilot Sabri de pes etmiş sonunda. Ama
şart koşmuş, bir sene nişanlı kalacaklarmış. Babam da paşa paşa kabul etmiş.
Babam o bir sene boyunca köyden dışarı adım
atmamış. Kasabaya, pazara gideceği zaman bile babaannemi almış yanına. Evden
bağa, bağdan eve. Zeytine gitmiş, kiraz toplamış, üzüm bağında traktör
devirmiş. Bir seneyi iple çekmiş. Bir senenin sonunda köy okulunda
davullu-zurnalı bir düğünle almış annemi.
Hep suskun bir kadındı annem. Başı önde tarlaya,
çapaya gider, akşam oldu mu başı önde eve döner, yorgunluğuna aldırmadan
bakraçlarda süt kaynatır, kuzinede güzel kokulu yemekler yapardı. Dedemle
babaannemi hoş tutmak için didinir, eve son gelen gelin olmasına rağmen, diğer
gelinlere ablalık ederdi. Dedem de boş durmazdı hani, el üstünde tutardı
annemi. Onun çocuğu babam değil de, annemdi sanki.
Sonra bir kış, babam gitti, dedem küplere bindi.
“Hata bende. İt hiç unutur mu itliğini?
Aylarca dönmedi babam. Şehirde bir pavyona
dadandığını, bir kadının peşine takıldığını filan anlatıp durdular köyde. Dedem
kahveye çıkamaz, camiye gidemez oldu. Kadınlar bir evde toplanıp dedikodu
yaptılar, anneme acıdılar. Dedem sahip çıktı ama anneme. Pilot Sabri anneme
evinin kapılarını açsa da vermedi dedem. Annem boynu bükük, gözleri yaşlı
sessizce bekledi babamın dönüşünü. Hayatında hiçbir şey değişmemiş gibi oduna
çıktı, ekmekler pişirdi, domates yatırmaya, tütün kırmaya, bahçe sulamaya
gitti. Ama hiç konuşmadı. Ağzının fermuarını çekti ve bir daha da hiç açmadı. Dedem
kaç defa dil dökse de “gık” demedi. Odasına kapanıp sessizce ağladı hep,
burnumu benim göğsüme gömdü.
Bir yaz öğlesi, güneş ekinleri kavururken çıkıp
geldi babam. Elinde poşetler, koltukaltına iki şehir ekmeği. Kahvenin şaşkın
bakışları altında gülerek geldi evin demir kapısına. Pencereden babamın
gelişini gören dedem bastonunu aldığı gibi kapının arkasında aldı soluğu.
Kilidi iyice geçirdi deliğine. Babam bir iki yüklenip de kapı açılmayınca
bağırmaya başladı.
“Esmaaaa! Kız Esma açsana kapıyı.”
“Geldiğin yere git hayvanoğlu hayvan. Ben sana
bu köyden gidersen bir daha benim yüzümü göremezsin demedim mi? Utanmadan nasıl
döndün sen buraya?”
“Baba vallaha bildiğin gibi değil. Hele aç bak
kapıyı, hepsini anlatacağım.”
“Ne anlatacaksın lan dana? Benim senin gibi
oğlum yok. Git nerde istersen orda ziftlen”.
Babamın sesini duyan annem mutfak kapısının
önünde öylece donakaldı. Yüzüne baktım, hiçbir belirti yoktu. Dürtükledim, ses
yok. Çimdikledim, gözünü bile oynatmadı.
“Babaanne koş. Bir şey oldu anneme.”
Babaannem elinde saman demetiyle çıktı hayvan
damından.
“Kız Esma, noldu sana gelinim? Neden hiç ses
etmiyorsun? Mustafa, noldu annene?”
“Babam gelmiş babaanne. Dedem içeri almıyor
babamı.”
Babaannem hızla avlu kapısına seğirtti. Dedemin
havaya kalkmış bastonunu elinden aldı.
“Bıraksana Ahmet, çocuk girsin evine.”
“Nerden geldiyse oraya girsin hayırsız. Benim
onun gibi evladım yok.”
“Öyle deme Ahmet, evlattır. Hatasını anladı
belli ki.”
“Ana kurban olayım aç kapıyı.”
“Hadi ağam aç şu kapıyı. Bak rezil olduk
köylüye”
“Ulan zaten bizi ele güne rezil edeceği kadar
etti. Daha ne yapacak ki?”
“Mustafa’yı düşün Ahmet. Bak gelin de donup
kaldı kapıda. Kocasız kadın, babasız evlat mı olurmuş.”
Dedem başını çevirip annemi ve benim onun
eteklerine yapışmış halimi görünce ürktü. Bastonunu hışımla babaannemin elinden
alıp dama doğru yöneldi.
“Ne haliniz varsa görün. Aha bu kadınla bu
çocuğa dua etsin. Ama bundan sonra da baba filan demesin bana.”
Babaannem yüzüne yayılan ince tebessümle kapının
kilidini çevirip ardına kadar açtı.
“Hoş geldin oğlum. Gözümüz yollarda kaldı.”
Babam o gün başka bir adam gibi girdi avludan
içeri. Yüzü iyice esmerleşmiş, ellerindeki çatlaklar derinleşmişti. Gözlerinin
altında siyah siyah halkalar vardı. Mutfağa doğru yönelince annem hışımla
odasına kaçtı. Babam eğilip sımsıkı sarıldı bana. Hareketsiz kalmıştım. Sarılan
sanki babam değil de, uzaklardan gelmiş, tanımadığım bir akrabaydı. Babam
yanaklarımı öptü, kokumu içine çekti. Ondan sonra da annemin yanına yöneldi.
“Esma. Açsana şu kapıyı?”
Küçük bir kapı gıcırtısı duyuldu sadece.
Babam o günden sonra sanki hiçbir şey olmamış,
köyden hiç gitmemiş gibi devam etti hayatına kaldığı yerden. Köylünün arasında
karıştı, yeniden köylülerden biri oldu. Tarlaya gitti, sabahlara kadar kahvede
batak oynadı, hayvanları otlattı, geceleri sarhoş geldi. Annem susmaya devam
etti. Ağlamaya da. Babaannem anne olmanın sıcaklığıyla hep korumaya çalıştı
babamı. Dedemse hep küfretti babama, babaanneme kızdı, hacca gitme hayalleri
kurdu, camiden dışarı çıkmaz oldu. Geceleri torunlarını etrafına toplayıp iyi
insan olmanın erdemlerini anlatmaya çalıştı.
“Ben size Hicret’i anlatmış mıydım?”
Ama dedem, o uzun kışın hayatının son kışı
olduğunu asla bilmedi. Tıpkı köyün diğer yaşlıları gibi.
Bir mayıs sabahı, bütün köy halkı, tan vaktinde
ev içlerinde beslenen horozların sesiyle uyandığında güneş camlarda yansımaya,
karlar erimeye başlamıştı. Güneşin sıcaklığına hasret, camlara doğru
koşuşurken, dedemin hiç kıpırdaman yattığını fark ettik. Satı Ana’nın, Pilot
Sabri’nin, Arnavut Yaşar’ın, değirmenci Sıtkı’nın, Kör Hacı’nın, Fehime
Teyze’nin ve davulcu Ali’nin kıpırdamadığını fark ettiğimiz gibi. Yaz gelmiş,
güneş yüzünü göstermiş, karlar erimeye başlamış ama giden kar köyün yaşlılarını
da beraberinde götürmüştü.
O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Meyveler
ağaçlarda dondu, hayvanlar açlıktan öldü. Ve o kıştan sonra köyde hiçbir şey
eskisi gibi olmadı.
Kahverengi