9 Şubat 2013 Cumartesi

ÖMRÜMÜZÜN SON KIŞI




            O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Köyün yaşlıları, o kıştan sonra bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyleyip durdular. Dedem namaz vakitlerini üç katına çıkardı, komşusu Salih Amca’nın hacdan getirdiği sarı tespihi hiç elinden düşürmeden bütün gün dualar okudu. Zaten köyde olumsuz ne varsa, hep hacca gidememesine yorardı.

            “Bu yıl ağaçlara kiraz vurmadı baba.”
            “Beni hacca göndermediniz de ondan!”
            “Üzümler hep yandı bu yaz.”
            “Sizin gibi evlatlar olmaz olsun, cezadır size bu!”
            “Recep’in kız hastalanmış, bir türlü iyileşmiyormuş.”
            “Ah bir hacca gideydim de, okuyup üfleyeydim kızı.”

            Yıllardır hacca gitme özlemiyle yaşama tutunan dedem, hiç gitmeyen kışın etkisiyle, bu beklentisini yüklüğe kaldırdığını biliyor gibiydi. Eylül’den Mayıs’a kadar süren bu kış, onun da inancını artık yavaş yavaş tüketmeye başlamıştı.

            Köyün kadınları, günlerce bir evde toplanıp bu kışın bir kıyamet alameti olduğundan, köyün üstünde bir lanetin gezinip durduğundan bahsettiler. Evin bir köşesinde sessizce oyun oynayan çocuklar, “kıyamet” ve “lanet” sözcüklerini duyduklarında, korku ve heyecanla birbirlerine bir şeyler fısıldadılar.

            Köy, sekiz aydır kar altındaydı. Tarlada zeytinler ağaçlarda donup kaldı; kirazlar, payamlar, zerdaliler çiçeğe durmaya vakit bulamadan can verdi. Bütün evlerin ve yolların üstünü beyaz bir yorgan gibi örten kar, hayatı bir anda bir film karesi gibi dondurdu. Otobüsler kasabaya gitmez, postalar köye gelmez oldu. Ambardan bulgurlar çıktı. Unlar, darılar, zeytinyağları, kurutulmuş patlıcanlar, domatesler, bamyalar, biberler yıllardır kötü günler için saklandıkları yerden çıkıp yaşama karıştılar. Bütün köy habire ekmek yaptı, dolmalıkları doldurdu. Bütün gün bacalardan dumanlar yükseldi.

            Erkekler, ellerinde küreklerle bir ev kadar yükselen karları küreyip tüneller açtılar. Çocuklar o tünellerden, kıçlarının altında tahta kızaklarla kayıp karın keyfini çıkardılar, şehirden köye gelemeyen öğretmenlerinin yasını tuttular, karın hiç kalkmamasının hayalini kurdular.

            Uzayan kışla beraber düğünler de bitti. Köy meydanına kurulan masaların ve asker davullarının yerini kocaman bir sessizlik aldı. Gençler askere gidemez, dönmesi gerekenler de dönemez oldu. Düğünler bitince, memeleri yeni çıkmaya başlamış genç kızlar da suskunluğa gömüldü. Rastıklar, kınalar yerine kalktı. Kızlar oturup bütün gün çeyiz sandıklarını işlemeli örtülerle doldurmaya devam ettiler.

            O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Kışın pek gitmeye niyeti olmadığını anlayınca, onu hayatımızın bir parçası yaptık. Dedem evlatlarına durmadan beddualar okudu, torunlarına korkunç masallar anlattı, rüyasında şeytan taşladı. Karların altına kazılan yollarda top oynadık, elimizde sapan boşu boşuna kuş avlamaya çıktık, karın üstünde ateşler yaktık. Köy, bütün dünyadan soyutlanmış, her yeri buzlarla çevrilmiş ıssız bir adaya dönüştü. Çeşmeler, elektrik direkleri dondu. Dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir başımıza kaldık.

            Kadınlar karları eritip varillere su doldurdular. Satı Ana ellerini dizlerine vura vura ağıtlar yaktı, adaklar adadı. Kuzinelerin üstünde bakır güğümlerde sular kaynatıldı, kara tencerelerde arpa çorbası pişirildi. Yemleri biten atlarımız, ineklerimiz teker teker öldüler. Bu karın altında onlara gerek de kalmamıştı zaten. Tavukları evlerin içine aldık, çocuk gibi ellerimizle besledik, pamuktan yataklar yaptık.

            Dedem, kendi eliyle çaktığı aksak divanın üstünde mırıl mırıl bir şeyler geveledi hep. Sandıktan Kur’an’ını çıkardı, ilahiler okudu. Babaannem ona bakıp bakıp ağladı. Torunları, divanın kısa bacağının altındaki karton parçasını çıkarıp halının altına sakladılar.

            “Ulan deyyuslar, yine topal bırakmışsınız divanı. Size Bedir Savaşı’nı okumam ha!”
            Babam her sabah sessizce kalkıp kahveye gitti, bütün gün okey ıstakasına fayans döşedi, akşamına kan çanağı olmuş gözleriyle eve döndü. Demir kapının her açılışında dedem derin bir nefes çekti.

            “Hah işte! Geldi bizim kumarbaz. Ben hacca gitmek istiyorum diyorum, o kahvede şeytan işiyle eğleniyor.”

 “Yapacak bir şey mi var efem?” dedi babaannem, “Hey yer kar işte, tarlalar çürüdü.”
“Sanki kar yokken vardı da.”

Annem, dedem ne zaman babama söylense mutfağa giderdi. Pembe tülbendinin ucunu ince elleriyle kavrayıp göz kenarlarına götürürdü. Sonra da ocağa çay koyup odasına kapanırdı.

Babam, at sırtında kasabadan dönerken yol kenarında görmüş annemi. Annem daha on altısında.  Sırtında bir tutam ot. Önünde uyuz eşek. Yol boyunca takip etmiş. Annem bizim köyün yoluna sapınca şaşırmış babam.

“Kız sen kimlerdensin? Ben hiç bilmiyorum seni.”
“Ben de seni bilmiyorum ağam.”
“Ben Kürt Ahmet’in büyük oğluyum”.
“Ha şu hayırsız olan. Gitti de şehirde başı beladan eksilmedi dedilerdi.”
“Halt etmiş onu diyenler. Söyle bakalım kimlerdensin sen?”
“Pilot Sabri’nin ortanca kızıyım ben.”
“Kız sen ufacık bebeydin ben gittiğimde. Ne zaman böyle dal budak saldın?”

Cevap vermemiş annem. Başını önüne eğip, eşeğin yularından tutup yürümeye devam etmiş. Babam da köy girişine kadar arkasından kıkır kıkır takip etmiş annemi. Akşamına da babaanneme açmış konuyu. Babaannem utana sıkıla dedeme anlatmış.

“Ha siktir be!” demiş dedem. “Garibin kızının başını mı yakacağız?”
“Bak çok ağlıyor ama oğlan. Çok sevmiş belli.”
“Ulan ne zaman görmüş de çok sevmiş? Şunun şurasında zaten geleli iki hafta oldu. Zaten köyde de durduğu yok pezevengin. Zırt pırt kasabada. Ne bok yiyorsa artık orda?”
“Yapma efem. Bak düzelir belki evlenince. Evine tarlasına sahip çıkar, köyden dışarı adım atmaz belki.”
“Tövbe tövbe…”
Tam iki ay yalvarmış babam babaanneme. Babaannem de dedeme. En son inadı kırılmış dedemin. Çekmiş babamı kenara.
“Bak ulan itoğlu it! Eğer kızdan bir şikâyet duyarsam, rahat durmadığını, kızı üzdüğünü bir anlarsam kendim kovarım seni bu köyden. Bir daha da yüzümü göremezsin. Beni Pilot Sabri’ye de, el aleme de rezil etme sakın”
“Yok baba. Vallaha söz. Evden tarlaya, tarladan eve. Hele sen beni bir evlendir Esma’yla, gör bak nasıl adam olacağım.”

Pilot Sabri başta yanaşmamış annemi vermeye. “Küçük” demiş, “senin oğlan” demiş, “uğursuz diyorlar” filan demiş. Dedem bakmış olmayacak muhtar Halil’i sokmuş araya. Pilot Sabri de pes etmiş sonunda. Ama şart koşmuş, bir sene nişanlı kalacaklarmış. Babam da paşa paşa kabul etmiş.

Babam o bir sene boyunca köyden dışarı adım atmamış. Kasabaya, pazara gideceği zaman bile babaannemi almış yanına. Evden bağa, bağdan eve. Zeytine gitmiş, kiraz toplamış, üzüm bağında traktör devirmiş. Bir seneyi iple çekmiş. Bir senenin sonunda köy okulunda davullu-zurnalı bir düğünle almış annemi.

Hep suskun bir kadındı annem. Başı önde tarlaya, çapaya gider, akşam oldu mu başı önde eve döner, yorgunluğuna aldırmadan bakraçlarda süt kaynatır, kuzinede güzel kokulu yemekler yapardı. Dedemle babaannemi hoş tutmak için didinir, eve son gelen gelin olmasına rağmen, diğer gelinlere ablalık ederdi. Dedem de boş durmazdı hani, el üstünde tutardı annemi. Onun çocuğu babam değil de, annemdi sanki.

Sonra bir kış, babam gitti, dedem küplere bindi.
“Hata bende. İt hiç unutur mu itliğini?

Aylarca dönmedi babam. Şehirde bir pavyona dadandığını, bir kadının peşine takıldığını filan anlatıp durdular köyde. Dedem kahveye çıkamaz, camiye gidemez oldu. Kadınlar bir evde toplanıp dedikodu yaptılar, anneme acıdılar. Dedem sahip çıktı ama anneme. Pilot Sabri anneme evinin kapılarını açsa da vermedi dedem. Annem boynu bükük, gözleri yaşlı sessizce bekledi babamın dönüşünü. Hayatında hiçbir şey değişmemiş gibi oduna çıktı, ekmekler pişirdi, domates yatırmaya, tütün kırmaya, bahçe sulamaya gitti. Ama hiç konuşmadı. Ağzının fermuarını çekti ve bir daha da hiç açmadı. Dedem kaç defa dil dökse de “gık” demedi. Odasına kapanıp sessizce ağladı hep, burnumu benim göğsüme gömdü.

Bir yaz öğlesi, güneş ekinleri kavururken çıkıp geldi babam. Elinde poşetler, koltukaltına iki şehir ekmeği. Kahvenin şaşkın bakışları altında gülerek geldi evin demir kapısına. Pencereden babamın gelişini gören dedem bastonunu aldığı gibi kapının arkasında aldı soluğu. Kilidi iyice geçirdi deliğine. Babam bir iki yüklenip de kapı açılmayınca bağırmaya başladı.

“Esmaaaa! Kız Esma açsana kapıyı.”
“Geldiğin yere git hayvanoğlu hayvan. Ben sana bu köyden gidersen bir daha benim yüzümü göremezsin demedim mi? Utanmadan nasıl döndün sen buraya?”
“Baba vallaha bildiğin gibi değil. Hele aç bak kapıyı, hepsini anlatacağım.”
“Ne anlatacaksın lan dana? Benim senin gibi oğlum yok. Git nerde istersen orda ziftlen”.
Babamın sesini duyan annem mutfak kapısının önünde öylece donakaldı. Yüzüne baktım, hiçbir belirti yoktu. Dürtükledim, ses yok. Çimdikledim, gözünü bile oynatmadı.
“Babaanne koş. Bir şey oldu anneme.”
Babaannem elinde saman demetiyle çıktı hayvan damından.
“Kız Esma, noldu sana gelinim? Neden hiç ses etmiyorsun? Mustafa, noldu annene?”
“Babam gelmiş babaanne. Dedem içeri almıyor babamı.”
Babaannem hızla avlu kapısına seğirtti. Dedemin havaya kalkmış bastonunu elinden aldı.
“Bıraksana Ahmet, çocuk girsin evine.”
“Nerden geldiyse oraya girsin hayırsız. Benim onun gibi evladım yok.”
“Öyle deme Ahmet, evlattır. Hatasını anladı belli ki.”
“Ana kurban olayım aç kapıyı.”
“Hadi ağam aç şu kapıyı. Bak rezil olduk köylüye”
“Ulan zaten bizi ele güne rezil edeceği kadar etti. Daha ne yapacak ki?”
“Mustafa’yı düşün Ahmet. Bak gelin de donup kaldı kapıda. Kocasız kadın, babasız evlat mı olurmuş.”

Dedem başını çevirip annemi ve benim onun eteklerine yapışmış halimi görünce ürktü. Bastonunu hışımla babaannemin elinden alıp dama doğru yöneldi.

“Ne haliniz varsa görün. Aha bu kadınla bu çocuğa dua etsin. Ama bundan sonra da baba filan demesin bana.”
Babaannem yüzüne yayılan ince tebessümle kapının kilidini çevirip ardına kadar açtı.
“Hoş geldin oğlum. Gözümüz yollarda kaldı.”

Babam o gün başka bir adam gibi girdi avludan içeri. Yüzü iyice esmerleşmiş, ellerindeki çatlaklar derinleşmişti. Gözlerinin altında siyah siyah halkalar vardı. Mutfağa doğru yönelince annem hışımla odasına kaçtı. Babam eğilip sımsıkı sarıldı bana. Hareketsiz kalmıştım. Sarılan sanki babam değil de, uzaklardan gelmiş, tanımadığım bir akrabaydı. Babam yanaklarımı öptü, kokumu içine çekti. Ondan sonra da annemin yanına yöneldi.

“Esma. Açsana şu kapıyı?”
Küçük bir kapı gıcırtısı duyuldu sadece.
Babam o günden sonra sanki hiçbir şey olmamış, köyden hiç gitmemiş gibi devam etti hayatına kaldığı yerden. Köylünün arasında karıştı, yeniden köylülerden biri oldu. Tarlaya gitti, sabahlara kadar kahvede batak oynadı, hayvanları otlattı, geceleri sarhoş geldi. Annem susmaya devam etti. Ağlamaya da. Babaannem anne olmanın sıcaklığıyla hep korumaya çalıştı babamı. Dedemse hep küfretti babama, babaanneme kızdı, hacca gitme hayalleri kurdu, camiden dışarı çıkmaz oldu. Geceleri torunlarını etrafına toplayıp iyi insan olmanın erdemlerini anlatmaya çalıştı.

“Ben size Hicret’i anlatmış mıydım?”
Ama dedem, o uzun kışın hayatının son kışı olduğunu asla bilmedi. Tıpkı köyün diğer yaşlıları gibi.

Bir mayıs sabahı, bütün köy halkı, tan vaktinde ev içlerinde beslenen horozların sesiyle uyandığında güneş camlarda yansımaya, karlar erimeye başlamıştı. Güneşin sıcaklığına hasret, camlara doğru koşuşurken, dedemin hiç kıpırdaman yattığını fark ettik. Satı Ana’nın, Pilot Sabri’nin, Arnavut Yaşar’ın, değirmenci Sıtkı’nın, Kör Hacı’nın, Fehime Teyze’nin ve davulcu Ali’nin kıpırdamadığını fark ettiğimiz gibi. Yaz gelmiş, güneş yüzünü göstermiş, karlar erimeye başlamış ama giden kar köyün yaşlılarını da beraberinde götürmüştü.

O kış, yaşadığımız en uzun kış oldu. Meyveler ağaçlarda dondu, hayvanlar açlıktan öldü. Ve o kıştan sonra köyde hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Kahverengi