Siz,
gireceğiniz bir ameliyat öncesi, o inanmadığınız tanrıya, sizi o ameliyat
masasından kaldırmaması için dua ettiniz mi hiç? Ben ettim. Hem de yedi defa.
Ama her uyandığımda, genzimi yakan narkoz kokusunu duyar duymaz, tanrının da
artık bana hiç inanmadığına ikna oldum. Uzandığım her ameliyat masası, içine
sığındığım dipsiz bir tabut oldu benim için.
Tam
altı senedir, günlerimi bir tekerlekli sandalyenin üstünde, arka balkonundan
ormanın, ön balkonundan denizin göründüğü bir evde geçiriyorum. Ev, fıstık
yeşili bir binanın sekizinci katında. Ceyda’nın bütün ısrarlarına rağmen bu evi
ve bu katı istedim; sırf dünyaya karışmak, aşağı inmek mümkün olmasın diye.
Evin hemen ötesi havaalanı. Gün boyunca tepemden geçen uçaklara bakıp, onların
hangi şehirden geldiğini ya da hangi şehre gittiğini tahmin etmeye çalışıyorum.
Bazen o kadar kaptırıyorum ki kendimi, sanki o uçağın içindeymişim ve birazdan
uçak zemine yapışınca, açılan kapılarından ben de inecekmişim gibi
hissediyorum. Hatta gerçekten o ânı yaşıyormuş gibi, arada sırada tekerlekli
sandalyeden kalkmaya bile niyetleniyorum. Bazı günler Ceyda’nın yanında
yapıyorum bunu. Ceyda, “Niye böyle yapıyorsun Güner?” diyor. “Biliyorsun,
istediğin an binebilirsin o uçaklara.” Biliyorum bunu. Biliyorum ama benim
uçağa binmek gibi bir derdim yok ki. Kafamın içinde kurduğum evrende, dilediğim
şekilde seyahat ederken, günlük hayatta aynı şeyi yapmaya çalışmak gereksiz
geliyor sadece. Hem uçağa binsem, kalkıp başka başka şehirlere gitsem ne olacak
ki? Bütün her şeyi böyle ayağa kalkmadan, alttan alttan izledikten sonra…
Ne
tuhaf! Hayatta en çok güvendiğim organım bacaklarımdı. Çocukluğumda sokaklarda
tazı gibi koşarken, bacaklarımdaki damarların basınçtan patlayacakmış gibi
attıklarını hissederdim. Ne kadar yüksekten atlarsam atlayayım, bacaklarımın
üstüne düştüğüm sürece hiçbir şey olmazdı. Komşumuz Nalan Teyze, “Kedi gibisin”
derdi. “Ne yapıp edip, hep bacaklarının üstüne düşmeyi başarıyorsun.”
Çocukluğum hep bacaklarıma güvenmekle geçti. Ağaçlara tırmanırken, bahçelerde
top oynarken, buz kadar soğuk derelerde yüzmeye çalışırken… Aydın’daki evimizin
ikinci katından bile, kapıdan çıkmak yerine, balkondan atlayarak çıkardım.
Bakkal Numan Amca, her defasında, “Yaylandı yine bizim beygir” diyerek gülümserdi.
İnsanın en güvendiği organının, onu yarı yolda bırakması ne kadar garip. Bazen
“Keşke” diyorum, “En güvendiğim organım kalbim olsaymış.”
Lise
yıllarımda da böyleydi bu, üniversitede okurken de. Trabzon’da, bahar ayları
gelip de yaylaya çıkma mevsimi başladığında, okul arkadaşlarımla beraber
tırmanışa giderdik. Bir kayadan bir kayaya atlayıp dururken, diğerleri nefes
nefese kalır, ama benim bacaklarım yürümeye daha yeni başlamış gibi açıldıkça
açılırdı. Onlar yaylaya çıkana kadar, ben aşağı iner, ardından yine onlara
yetişirdim. Sonra üniversite bitince, önce kuru yük gemileri, kimyasal
tankerler, hurda şilepleri girdi hayatımda. Ardından da limanlar ve tersaneler.
Bacaklarım hâlâ sağlam ve çevikti. Gemilerin güvertesinde, iki bin tonluk
vinçlerin, havaya kaldırdıkları parçaları indirmeye çalışırken, en önden giden
ben olurdum hep. Ya da tersanelerde, sıfırdan üretilen gemilerin dayanıklılık
testini kontrol ederken de. Bacaklarım vardı ve onlar kalbimin yerini tutuyordu
sanki.
Bir
sonbahar akşamı, Aliağa Limanı’nda, Rusya’dan gelen sıkıştırılmış tren
hurdalarını kamyonlara yüklerken vazgeçtim bacaklarımdan. Ömrümün geri
kalanında, ‘dünyanın en korkunç canavarı’ diye nitelendirdiğim o sarı vinç,
vücudumdaki en güvendiğim organımı aldı benden. Bardaktan boşanırcasına yağan
Ekim yağmurunun altında, gecenin karanlığını sisler eline geçirmişken, ilk önce
gerilen çelik halatın gıcırtısını duydum. Gıcırtı arttı, arttı, arttı, arttıkça
inceldi ve ardından bir çat! sesi. Pastan iyice sararmış o çelik halatın,
uğuldayarak ve korkunç bir hızla üzerime geldiğini gördüğümde, bacaklarımla
vedalaşmak için vaktim bile olmadı. Çok mu güvenmiştim yoksa onlara? Bu yüzden
mi yerimden kımıldayamamış ve halatın bana dokunmadan yanımdan geçeceğini
düşünmüştüm? Sadece o an değil, yıllarca düşündüm bunu. Ceyda’nın limana her
gidişimde bana gitmemem için yalvarmasını, soğukta, yağmurun altında hasta
olacağım diye korkmasını, bir gün o gemilerden birine binip gideceğim diye
endişe etmesini… Oysa hiç söyleyemedim ona; dünyanın en güzel şeyiydi, o
gemilerde hasta olduktan sonra gelip onun koynuna sığınmak ve nefesiyle kendimi
iyileştirmek. İnsan bunun için bile bütün bir ömrünü hasta olarak
geçirebilirdi.
O
sonbahar akşamı, limanın çamurlu betonuna bıraktığım sadece bacaklarım değildi
benim. Ceyda’yla yapmak için hayalini kurduğum onca şey, onu elinden tutup
doğduğum yerlere götürme isteğim, onunla evlenmek için bir çırpıda yakıp
yıktığım geçmişim, bana kırgın ölen babam, babamla benim aramda bir masa tenisi
topu gibi gidip gelen annem, akrabalarım, dostlarım, çocukluk arkadaşlarım…
Bütün hepsi, limanda betonların üstüne yayılmış o sarı çamurun içine karıştı.
İşte bu yüzden, her ameliyat öncesi yalvardım tanrıya. O soğuk masalara her
yatışımda, bedenimin de o masalar gibi soğumasını diledim. Çünkü belimden altı
yoktu ve boyumla beraber kalbim de kısalmıştı durduğum yerde.
Şimdi
bu balkondan, limana yanaşan gemilere baktıkça, inanılmaz bir pas tadı
yapışıyor damaklarıma. Ardından kopan çelik halatların uğultusunu duymaya
başlıyorum. Sanki kilometrelerce ötede değil de, burada, burnumun dibinde
kopmuşlar gibi ürküyorum. İster istemez bacaklarıma gidiyor ellerim. onların
yerinde olmadığını görünce de, o uğultuyu daha çok duymayı, halatların bir kez
daha gelip, bu sefer belimden yukarı isabet etmesini diliyorum. Evin tavanı
gittikçe üzerime çöküyor sanki.
Birazdan
Ceyda gelecek. Yüzünde sokaklardan topladığı bir tebessüm, elinde marketten
doldurduğu alışveriş çantaları. Yaklaşıp alnımdan öpecek beni yine. Yıllardır
sormaktan yorulmadığı soruları soracak. “Nasıl geçti günün sevgilim?” Yalan
söyleyeceğim her zamanki gibi. Kitap okuduğumu, film izlediğimi, balkondan
mahallede oynayan çocuklara baktığımı söyleyeceğim. “Hadi” diyecek, “Sofrayı
hazırlayalım. Kurt gibi acıktım bugün.”
Oturup
kendi hayallerimizi yiyeceğiz afiyetle.
Aşkî
Detail of Sterett-Gittings Kelsey, Alexandra of Middle