Zaman
geçiyor; oyun sürmekte. Taraflar oyunun varlığından habersizmiş gibi görünmeyi
olağanüstü bir biçimde başararak, en iyi oyunlarını sergileme konusunda oldukça
iddialı olduklarını fark ettiriyorlar. Hangi takımın başarılı olacağı henüz
tahmin bile edilemiyor. İçki kadehi tokuşturmanın rahatlığında tokuşturuluyor
karakterler. Herkes canı yanmıyormuş gibi yapıyor. İzleyicisi olmayan bu oyunda
alkış sesleri, tarafların iç sesleri tarafından efekt ediliyor ve bu ses
yalnızca söz konusu, tarafça işitilebiliyor. Oyun şaşalı, ödül yok; bu da
sadece oynamak için oynanan bir oyunun varlığını belgeliyor.
Kimin
kazanacağının önemi var mı, henüz bunu da bilen yok. Stratejiler şimdilik
kaybetmemek üzerine kurulu durumda. Böyle olunca da, saldırıdan çok savunma
silahlarının varlığı hissedilebiliyor. Henüz ölü yok yaralı da. Belki bir –iki
küçük çizik, hafif berelenmeler, hepsi bu kadar. Herkesin zulasında öldürücü
bir silah bulunur elbet. Ama henüz kimsenin vurucu gücünü saflara gönderdiğine
rastlanmadı.
Oyun hep
yoktu elbette. Başlangıçta, sadece taraflar birbirlerinin varlığından
haberdardı; günün birinde rakip olacakları kimsenin aklına gelmiyordu. Sonra
oyun başladı. Ortada ezberlenecek ne bir senaryo ne de oyunculara ne yapmaları
gerektiğini söyleyecek bir yönetmen vardı. Bu durum başlangıçta taraflar
arasında hezeyana neden olduysa da; kısa zamanda durum anlaşılır bir nitelik
almaya başladı. Oyuncular görev sırasında bir takım kostümler kullanıyorlardı
doğal olarak. Kendi görünmez dolaplarından bulup çıkardıkları bu giysiler, eğreti
duruyordu üzerlerinde. Ancak şimdi durup bunu düşünmeye vakit yoktu; oyun
sürmek zorundaydı. Hem giysileri, takmak zorunda oldukları maskelere oranla
daha iyi durumdaydı. Ah o maskeler! Umursamaz, komik, korkunç, uzak, şaklaban
ve rengârenk maskeler. Her iki tarafın da en nefret ettiği yandı o maskeler. Ama
zorunluydu onları çıplak yüzlerini gizlemede kullanmak. Oyuna maskesiz çıkmayı
düşünmek, deli cesareti gerektiriyordu ve söz konusu taraflar ne deliydi ne de
cesur. Belki de oyunu bitmek bilmez bir işkenceye dönüştüren de buydu. Deliliğin
ve cesaretin eksikliği! Taraflardan en az biri, maskesini çıkarma yürekliliğini
gösterebilseydi, oyun bitebilirdi. Ne zafer olurdu o zaman ne de yenilgi. Sadece
yorgun oyuncuların yüreklerini dinlendirecek bir rahatlama anı yaşanırdı belki.
Sonra yaşam normale döner; herkes eski sıkıcı yaşantısına tekrar sığınır; renksiz
fakat huzurlu uykulara kavuşulurdu.
Ne var
ki, ipin ucu kaçmış gibi görünüyordu. Geri dönmek, oyun hiç olmamış gibi
davranmak, yüzleştikleri acımasızlıklarını yok saymak zordu. Bu hayatta geriye
yürüyen ne vardı ki? Bu savaşın bir cinayetle son bulacağına kesin gözüyle
bakılıyordu. Birisi ya da bir şey ölecekti ve öngörüden daha korkunç olan, cinayetin
bir zorunluluk gibi göründüğünü tarafların kabul etmesiydi. Peki, ölen kim ya
da ne olacaktı? Sorulması zorunlu ancak yanıtlanması oldukça güç bir soruydu. Bir
cinayet kaç cinayeti getirecekti beraberinde? Cinayet elbet! “Her insan öldürür gene de sevdiğini”
diyen Wilde, oyunu izleyebilseydi memnun olurdu durumdan. ”Faşizm iki kişinin
arasında başlar.” diyen kimdi peki?
OYUN….FAŞİZM….CİNAYET….AŞK!
-Aşk mı?
-Aşk elbet!
-Aşk mı?
Aşk elbet!
-Skor ne olur?
-“Her insan öldürür gene
de sevdiğini”
Melun
Renk
Jean Cocteau, la sang d’un Poete, 1930