24 Nisan 2012 Salı

HADİ, KALK YAZ!


   

“ Kalk” dedi. İçindeki ses.

“Kalk, ne duruyorsun? Sana yıllar önce dememiş miydim? Yazmalısın."

“Kalk” dedi.

“ Neyine güveniyorsun? Ne sıcak yuvan, ne de senden geriye kalan çocuğun var. Dahası da olmayacak. Sen kudretin unuttuğu, yaratırken ikileme düştüğü zayıf, çürümüş bir yaratıksın!!!”

“Hadi, kalk yaz!”

“Kalıtımsallığın kelimelere işlesin. Her insan gibi öldükten sonra bir şeyler kalsın, geriye. Unutma çürümüş bir ciğer, hücrelerini yavaş yavaş parçalayacak kanser doğurtamazsın. Hatırla, tohumlarını ekersen bir tene ölmüşlük doğacak ellerine. Aç kulaklarını, bağırıyorum, işte. Doğa yasalarının inkar ettiği bir şahsiyetsin! Bal köpüğü bakışlı, imrendiğin uzun parmaklı çocuğu dünyaya getirtemezsin! Başka bir çocuk olmalı, hiç kimsenin bilmediği bir çocuk…”

“Kalk, yaz.! Kelimelerini doğur. Senin çocukların, kelimelerin.”

“Bir kalem ucundan dökülüp milyonda bir ihtimalle tutulacak kelimeler…”

“Hadi kalk, şimdi zamanı geldi! Yatağın soğuk, içerin soğuk hele de yüreğin daha da soğuk. Kalk yaz.!”

Sımsıkı yumdu gözlerini. Sese rağmen uyumak istedi. Kıpırdandı, olmadı. Titredi. Doğruldu, komidindeki lambayı yaktı. Kurmalı saatine baktı. Hafif gülümsedi. Adeta kendi de kurgulanmıştı. Üçte yatmıştı; beşe bir saat kala kalkıyordu. Usulca süzüldü, yatağından. Yavaşca hareket etti. Kelimeler uçabilirdi. Öyle kolay değildi; kelimeler ile sevişmek. Başucundaki not defterini aldı. Gerçekleri öğrenince kendisini terkeden son sevgilisi hediye etmişti. Ona dokunur gibi araladı, itafen seslendi. AKLIMDASIN.

Sol tarafa “insanlık, kan, savaş, düşünce” ortaya bir çizgi çekti, sütun yaptı, sağ tarafına. “İbadet, cennet yazdı.”

Tanıdık sesi yine konuşmaya başladı.

“İlham dediğin şey öyle kanatlanıp sana gelmez. Boş bir zeminde kişinin maddesel varlığından farklı bir alemde uçar. Uçurtmaları seversen kuyruklu zevki yakalarsın. Uçurtmaz, uçarsın.”

Kendi sesini duydu: ”Uçmak!”

Kalemi ve not defteri bir öfkeyle odanın ortasına fırlattı. Mutfağa geçti. Cezveye su koydu, ocağa sürdü. Dolabın çekmecesini çekti. Kokular uzun zaman kafeste kalan baykuşun özgürlüğü ile ağır aksak duyularına işledi. Derin bir nefes aldı. Hiç gitmediği Mısır’ın orta yerindeydi. Açtı gözlerini. Attı ellerini çubuk tarçına, diğer baharatların kokusu sinmişti üzerine. Nane, zencefil, karanfil, ıhlamur… Sayamadığım ne? Kaynayan suyun içine bıraktı. Bir yaprak defne, bir iki karanfil, bir tutam kekik ilave etti. Cezvenin altını kıstı. Tekrar yatak odasına gitti. Işığı söndürdü. El yordamı ile dolabın içinde naftalin kokulu bir bohça çıkardı. Erkek kişiliğine tezat bir düzendeydi. Kız kardeşinden rica minnet aldığı ninesinden kalma doksan yıllık siyah ipek şalın bir ucunu bir ucuna getirip üçgen yaptı, beline bağladı, şalı. 

 Bir durak düşündü: ”Acaba mezarda ninemin kemikleri sızlıyor mudur?” Kimliği gibi asılı kaldı, sorusu karanlık bir koyulukta. İkinci kez elini başka bir şala uzattı. Kız arkadaşı gelecekteki eşine hediye edersin diye hediye etmişti. Gri, pembe, ışıltılı… Parlaklığında geleceğe dair umutlar… Göğsüne bağladı. Yo, yo gögüs değildi; memeydi neden utanırlardı ki bu kelimeyi dile getirmekten. Attı elini küçük başlı memesine keşke kendisinin de olsaydı. Doldursaydı, şalı. Üçüncü şalı, peygamberler şehrinden almıştı. Erkeklerle dolu dişiliğini yitirmiş baharat kokulu sokakları vardı. Kalesi dibinde camisi, caminin önünde tasavvuf müziğe kendini veren turistler… Nihilizmin sularından daha başka denizlere sürükleyen mistik, büyüleyici ses… Kendisini, kendisi olarak kalmasını sağlayan şal. Hani bu şal olmazsa turistlerin arasına oturup neredeyse dindarlığın eşiğinden atlayacaktı. Hiçlikten birden şala yönelmişti. Kaç para olduğunu sormadan alıp çantasına alelacele tıkmıştı. Şimdi ise sessizliğin içinde gece kadar karanlık siyah dantel tülü yavaşça başına burgu yapıp doluyordu. 

 Ah şöyle şahların saraylarına özgü uzun, siyah saçları olsaydı. Dökülseydi beline. Toz sürmeyi çekti, gözüne, battı kıymık gibi ağrılar, suçlanan yüreğine. Parmaklarına siyah taşlı yüzükleri, alnına gizliden dokuduğu pulları geçirdi. Eğildi, bakır halhalı taktı, bir iki şıkırdattı. Eksik olan bir şeyler vardı. Şahmeran… Boş kalan orta parmağına geçirdi, gümüşi bir soğukluğu. Bir çingenenin hoş sohbeti karşılığında verdiği _nerden aldı bilmez_ ham miske parmağını bir iki bandırıp ense arkasına, bileklerine sürdü. Bir soluk kokuyu içine hapsetti. Cennet var mı bilmez, olursa bu kokudan olmalıydı. Geçti aynanın karşısına silik gövdesine baktı. ”İşte oğlum bu sensin, sen, ölecek olsan da sensin!” dedi. Taşma sesini duyunca tekrar mutfağa yöneldi. Cezveyi ocaktan indirip kalaylı bir tasın içine boşalttı. Şamdandaki kırmızı muma üç damla portakal, lavanta, bir damla limon yağından oluşan karışımı sürdü. Mumu ateşledi. Suyu ve mumu alıp odasına geçti. Perdeleri sıyırdı, dolunay alabildiğine doldu içeri. İçindeki ses bugünü özellikle mi seçmişti? Dolunay ve suyun kokusu şimdiden götürmüştü ayak basılmamış, kirletilmemiş topraklara. Bilgisayarını açtı, arşivini taradı. Bu geceye uygun bir ses - DOLUNAY ,BAHARAT,ŞAL –üçlemeli bir melodi olmalıydı. ”Tamam, bu” dedi. Doğunun sesi, sessizliğimin sesi. Açtı, doğunun inançlı sesini. Sanki dolunay daha da çoştu, doldu alabildiğince odaya. Kendisi dolunaya nispet daha da ritmik. Ayaklarının altında annesinin dokuduğu eskitme bir kilim. Pencere pervizine bıraktığı mum ile dolunayın izdivaç eden ışığına odaklandı. Gözlerini kapadı. Avuçlarına aldığı kurumuş gül yapraklarını havaya saçarken fısıltılı bir şekilde ne anlama geldiği belli olmayan “ZİGAŞUBBA NA DURRE EŞAKKİ” kelimelerini tekrarladı. Baş parmağı ile işaret parmağını diğer üç parmağından ayırıp göbeğiyle orantısal estetik daireler çizdi. Dışındakilerle beraber içindekiler dairesel döndü. Döndü, döndü boşlukta uçarcasına. Yoruldu. Uzandı, yerli yerince. Kendisi kendisine bile bilinmezdi. Kollarını ve bacaklarını X işaretince açtı. Birdenbire kalktı. Orta yere fırlattığı not defterine profesörden yürüttüğü kalemle yazmaya başladı. Ne zamana kadar yazdı, durdu mu durmadı mı bilmem.???????????????

Nefti

                                                            Robert Ralph Young