19 Mart 2012 Pazartesi

KÜBİK SOKAK


Misal kırılmış bir gemiyi onarıyorum.
Tahtalarından ayna sızıyor.
Yansıdıkça uzay,
çatladıkça heyulayım...
Bir sivilce mi kız kulesi
yoksa taş irini mi?
Biliyorum henüz gece
ve şarap, bardağı çeyrek geçiyor.
Yine geç kaldı işte.
Telefon açsam kedime
diyecek ki damdayım.
Oysa aylardan temmuz..
bilmiyor ki bir sandalı doğurmaktayım...

Bir sandıkta yedi tepe; kimi ceviz ağacından, kimi limon... Kırılıyor yüzümün hassas mevsimleri! Oysa ben gecelere aşinayım. başucundaki gaz lambasının yalancıyım. Fazla bastırma kâğıda, mürekkep olup dağılabilirim...

Yalandan bir kambur giyinir Paris; taşında zembereği bozuk bir bisiklet! Üç teker desem değil, dört hiç değil… Olsa olsa beş tekerleği var; beşincisi rivayetten fazlası değil!

Anlatıyordu terzi iğneye geçirdiği kelebeğe
Kozayı, aynayı ve yokuşu…
Koza diyordu
Bir ağacın gölgesindeki meyve…
Derken mahirane bir hareketle
Dikince masayı devam ediyordu,
Bu ayna en küçüğümüzdür bizim.
İşsizdir, ayyaştır
Ama dürüsttür…
Sevmiş de bir kızı ayna…
Gerçi hiç görmemiş
- ne gerek var ki görmeye-
Türlü harflerin önünde fotoğraf çektirmiş kız buna
Sonra zarfı öperek kapatmış.
Ayna da önce kızın dudaklarını öpermiş
Sonra da kendi sesini…
Okuması yazması yoktur
Gel gör ki okumak için
Harfe de gerek yoktur…

Bak bu yokuş, dedi terzi,
Nah bu kadar çocuktu bize geldiğinde,
Evlat edinmişiz…
Anası hakkında konuşmaz…
Babasıysa bir sessizlikten ibaret!

Telvesinden soyunmuşken ağaçlar bir kelebek soldu. Bir yaprak eylülü soludu… Bakındılar uzun uzun fincanın içinde. Dumanında ayak izi seçen oldu… Tadında sesini içen oldu!

Herkes bir başkasını ölüyordu. Mecali yoktu doğmaya kimsenin. Her defasında ben doğdum, her defasında ben unutuldum bir rahmin içinde…

Herkes kendine ölü, dedi eskici!
Balkondaki çamaşırlar dâhil hak verdi.
Yürüdü sokağı boylu boyunca…
Gökten tebeşir yağıyordu.
Bir çocuk yanlış telaffuz etti kendini.
Annesinin rahmi sürçtü.
Aldırmadı eskici buna, yürüdü…
Eskiler alıyordu!
Bir de tedavülden kaldırılmış kefenler…
Eskicinin arabasına gömülen adam,
Ölmeme az kaldı, dedi!
Sık dişini, dedi eskici;
Şu sokağı bitirelim hele…

Bitsindi sokak bir… Bak o zaman neler olacaktı. Mesela emekli Nedim Bey adını yutup intihar edecekti. Veya dul Melahat uykusundan vuracaktı kendini! Kaybolunca eski gözden, çıkardı Mehmet kestaneleri közden. Kafiye içindi tüm çabası. Büyük harfle başlardı her daim gülümsemeye. Önce yanakları ağrırdı sonra da dilbilgisi… Noktalı virgülleri de vardı. Biraz da soru işaretleri!

Yürüdü
Mer
    Di
       Ven
            Leri
Eldivenleri sökük çocuk…
Mehmet amca, dedi
Deliklerden biri…
Bu mer
          Di
             Ven
                   Leri diksene…
Baksana boyuna aynı ömrü yamıyorum…
Heceledi çocuğu Mehmet;
Ço-cuk…
Sonra önlüğünün düğmelerine baktı;
Biri kopuk, diğeri çürümüş…
Getir çekeyim, dedi.
Canım yanar, dedi çocuk…
Sen mer
            Di
                Ven
                      Leri dik asıl!
Mer
     Di
        Ven ki

                      Mer
                            Di
                               Ven olmazdan evvel
Kabukmuş bir yarada…
Ben yamadım bu eti, diye söylenip dururmuş.
Sonra sürülmüş!
Kendinden de uzak bir yere hem de…
Bakmışlar her gece ağlıyor.
Mer
     Di
        Ven olarak atamışlar buraya…
Ama aklı kabukta
Kim ikna edebilir ki onu kabuk olmadığına.
Ne zaman biri geçse basamaklarından
Ahan da kanıyorum diye basıyor feryadı!


Kendine kalabalıktı herkes… İşitmez, görmezdi kimseyi. Sıklıkla kendine çarpıp, pardon, diyerek geçerlerdi yanlarından. Ceplerinde bozuk üçgenler, sahte kareler vs… Herkes kendinden sonra giriyordu hayata. Kendinden evvel bıkıyordu yaşamdan… Herkes bin rahimle doğuyordu. Ama bir kez bile yaşayamıyordu!

Penceresi çiğ sırası,
her birinde yapraklar açılır sokağa.
Bakışın balkonu yoktur.
Olsa da çamaşır asılmaz!
Belki bir kedi intihar eder,
belki bir serçe tüyünden vurur kendini.
Ama saksıların suçu değildir bu.
Ki saksılar parmak izleridir çamurun.

/ Bir parantezin filizlenmesi denli yaşlıydı mürekkebi/ bilmez ki kalemin ne kelâm ettiği/ olsa olsa faytonlar geçer/ namlulara kurşun dökülür/ aldırma denizin çıplaklığına/ ayıp yerlerini adalar örter/

... Hiç dilek hakkı vardı fincanın/ ilkinde unutuldu/ ikincisinde hatırlandı/ sonuncusunda yalan olduğu bilindi... Oysa bu sokaklar doğaçlama fesleğen açar/ betondan yapraklarına kireç konsa nolur?

- en fazla soru olur: Doğru!

Sırtında ince bir peynir dilimi
- Ah Milena ne de uzaksın kelimelerime!
Belli ki tuzu acıkmış öpüşmeye...
- rujundan seçemiyorum tadını: az arala kırmızını!
Terlesen silineceğiz; olsun!
Biz ki - yani seninle ben-
bir dokunuşluk ömrü olan âşıklarız:
bu da bizim sırrımız olsun!

Kafkarengi

                                                                 Vladimir Kush