27 Mart 2012 Salı

HİSTERİ

Annem kronik olarak gebeydi. Aslında bu kroniklik histeriden başka bir şey değildi. Ben de bundan feyz alarak kronik olarak insan oldum. Biliyorum aklınız karıştı, karışıyor… Emin olun daha da karışacak! Annemin bir balon gibi şişip hastaneye gittiği bir anda doktorlar gebe olduğunu anlamışlar. Başta anlam verememişler. Doktorlardan biri teşhis esnasında “Ben de o kadar histerik olsaydım ben de gebe kalırdım” demiş.  Annemin dediğine göre başka bir doktorsa “bence bu sefer karnındaki çocuk histerik” demiş.

Doğumuma kadar olan süreci uzun uzadıya anlatacak değilim. Bu imkânsızı gerçekleştirdiği için annemi anlatmam daha doğrudur bence.  Annem de her doğum yapabilen canlı gibi kadındı. Bu konuda kendimden emin olduğumdan daha fazla eminim. Çünkü annemdi! Tümdengelim veya tümevarım yapacak bir durumda olduğumu da zannetmiyorum. Bu hususta bilim adamlarının fikirlerine katılmaktan öteye gidemeyeceğim. Bir filozof çıkıp “madem öyle kadın nedir?” diye soracak olursa benim gibi histeriden babası olan biri şu cevap verecektir:

- zırt pırt karnı şişen insan türü!

Bir dönem kilo almaya başlayıp da göbeğime söz geçiremediğim zamanlarda kendimin kadın olduğuna dair ciddi şüpheler duydum. Derken çocuk doğsa nasıl emzireceğim sorunsalıyla boğuşunca erkek olduğuma kanaat getirdim. Bu anlamda yukarıdaki cevabım da geçersiz oluyor.

Evet, annemden bahsediyordum.  Özel bir evde dul olarak çalışıyordu kendisi. Zamanında yaptığı evlilik pek olumlu sonuçlar vermediğinden çareyi istifa etmekte bulmuş. Bana anlattığı hep bu yöndeydi. Bir keresinde annemi pazarda portakalları mıncıklarken ağladığını görünce babamın o portakallardan biri olduğuna inandım. Sürekli hastalanmam da bunun göstergesiydi. Vücudumda C vitamini eksikliği olarak adlandırılan şey aslında babamın olmayışıydı. Bu yüzden portakallara yüz çizip babamı aramaya koyuldum. Yorulunca da bir güzel yedim. Böyle düşününce babamın olmayışının bile bir tadı vardı. Bu sihri bozmak istemedim.  Elbet gelecek bir zamanda baba olacaktım. O esnada arayı kapatacağıma inanıyordum.

Annem babamdan istifa edince hayatında hiç hareket olmadığını görmüş. Garibim ne yapsın doğrudan histerik olarak gebe kalmaya başlamış. Bir nevi spor olarak yapıyormuş bunu. Bizimki mütemadiyen gebe kaldığını sanıp hastanelere gitmeye başlayınca olayın rengi değişmiş tabii… İlk gidişinde gülümseyerek gebe olmadığını söyleyen doktorlar otuz ve kırkıncı gidişinde Molotof kokteyliyle karşılar olmuşlar. Ellinci histeride hedefi tutturunca da gözyaşları içinde kabul etmişler. Ardından ben doğmuşum işte…

Annem fazlasıyla bağırdığından doğduğum anda verilen ilk tepkiyi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım soluk alışverişler ve çığlıklar… İlk anı için hiç de fena sayılmaz! Beni hediye paketi yapıp anneme verdiler sonra. Benim gibi heteroseksüel birinin başına kurdele bağlanmasını şuan bile esefle kınıyorum.

Doğumumla birlikte annemin histeri krizleri de geçmiş. Tek histerisi ben olmuşum. Ve beni büyütmeye odaklanmış. Her eve gelen ısrarla babamı sorunca annemin ne dediğini bilmiyorum ama bana söylediği “senin baban benim” olmuştu. Duygusal kadındır fazla da üstelemeyeyim diye olduğu gibi kabul ettim. Bu sefer de cümlelerimde özne sorunu yaşamaya başladım. Anne diye mi seslensem yoksa baba diye mi seslensem bilemedim. Bir ara “hemşerim” demeyi düşündüm. O esnada da kafama bir tokat yedim. Demek ki annemle hemşeri değildik. Ee o kadar ay karnında taşıdı bir de bana coğrafya mı verecekti? Bu yüzden uzunca bir süre kendimi Walt Disneyli ilan ettim.

Klasik bir çocuk için “anne” ya da “baba” demek büyük bir başarıdır. Benim ilk kelimemse “Şirinler” olmuş.  Bunun çözümlemesine psikologlara bırakıp hazin hikâyeme devam etmek istiyorum.

Boyum kafamdaki sorularla birlikte büyüyünce artık sokağa çıkma zamanımın geldiğini anladım. Bu konuda annemle fikir ayrılığı yaşasak da en sonunda son derece makul biçimde – ağlayarak- zırlayarak- sümüklerimi dökerek- kendisini ikna ettim. Ki ikna konularında son derece başarılıyımdır. Belki anlatırım…

Sokağa çıktığımda binanın kıta sahanlığından uzaklaşmamam gerektiğini biliyordum. Oynayacak bir çocuk olmadığından başlarda kaldırımda oturuyordum. Çünkü çocuklar oyun oynamaktan vazgeçmişlerdi ben çocukken. Kim daha çabuk havaya uçurulacak! Mayın nayın bir iki üç! Veya İspiyonculuk sözkonusuydu o zamanlar. Tahminimce çocuk olmak da suçtu. Hele ki tek çocuk büyük suçtu. Babamın da olmaması sıçtığımın resmiydi.

Bir gün mahalledeki çocuklar futbol maçı yaparken beni de aralarına almalarını rica ettim. Aralarından en terlemişi “Piçlerle işimiz olmaz bizim” dedi. İşleri olmadığına göre piç kötü bir şeydi. Kendi kendime bu terli itin altında kalmamam gerektiğine dair telkinlerde bulunuyordum. Dayanamayıp “Annem var ya… Babaya ihtiyacım yok” demiştim.  Haklıydım da kendimce! Boşu boşuna evde olacak bir kalabalık benim gibi büyüme aşamasında bir çocuk için kötü örnek olabilirdi.

Portakal hadisesinin patlak vermesi de bununla başlamıştı. Acilen babamı bulmalıydım. Portakal başarısızlığı bana göstermişti ki babamı arıyorsam kendi türüm içinde dolaşmalıydım. Sonuçta annem yediği bir portakaldan gebe kalmış olamazdı. Vücudumda portakalı andıran tek yer kalçalarımken böylesi bir hayale kapılmam açıkçası üzücüydü. Gerçi bir keresinde annemle denize gitmiştik. Ben orada yanıp da trafik lambası durumuna gelince bu fikri bir kez daha düşündüm. Derilerim soyulmaya başlayınca altından portakal çıkacak diye çok korkmuştum. Ağlayarak “beni yeme anne” demiştim.

Okula başladığım zamanlar mürekkep yalamış biri olarak kucağıma aldığım beslenmemle anneme babamın kim olduğunu sordum.  Gerçi ağzımın kenarındaki çikolata izleri bu entelektüelliğimi gölgeliyordu ama olsundu! Bir süre bana bakan annem kulağıma eğilip “Senin baban öldü yavrum” dedi. Sonra da elimdeki çikolatayı yemeye devam ettim. Tanımadığım birinin yasını tutacak ve akrabam olan gözyaşlarımı dökecek halim yoktu.

Sözü daha da fazla uzatma niyetinde değilim. Şuan oturup düşündüğümde – ki ben oturunca düşünebiliyorum- aradığım şeyin ne bir baba ne de başka bir şey olduğunu anlıyorum. Aslında ben toplumca inanılagelen bir şeyi özlüyorum. Herkes gibi olmak istiyorum. Gelin görün ki bunu yapamıyorum. Çünkü insansızlaşan bir dünyada sürgündeki bir Âdem’im! Ve cehennemdeki elmayı yemek için sabırsızlanıyorum!


Delirengi

                                                                      Agim Sulaj