_ Halde inecek var. Lütfen durur musunuz?
İnebilmek için birkaç kişiyi yerinden kaldırdı.Açılan kapıdan daha inmeden bacaklarını soğuk sardı.Bir taraftan da terlemiş avuçlarında sımsıkı tutuğu kağıt parayı şoföre uzattı.
Şoför kendisinden daha da isteksiz:
_ Bozuk para yok mu?
Arkadan gelen memnuniyetsiz cümleler arasından sesinin duyulabilirliği şüpheliydi. Hızlı hızlı salladığı kafasıyla eşdeğer sözler:
_Yok, cebimdeki tek para.
Tek noktalık cümleden sonra şoförün eli kırmızı bir örtünün altını arandı. Başı bir sağ,bir sol kavis yaptı. Kağıt ve bozuk paraları soğuk, mendebur bir suratın avuçlarına tekrar bıraktı.
_İşimiz acele şunu baştan versen olmaz mıydı be abla?
Cevap vermedi. İçindeki öfkeyi tuttu. Beyninin sağ ayak diretmesine rağmen inadına sol ayakla kaldırıma indi. Otamatik kapı kapandı. En okkalısından, hanımefendiliğinin eteklerini savuran, vurgulu bir küfür savurdu:
_ S....r b… Ablaymış. Zamanında vermeliymişim.
Kendi kendine mırıldandı:
_ Teşekkürler babacık. İyi ki bu durumlar için öğretilmiş literatürlerin var. Yoksa gırtlaklara sarılmamak elde değil.
Birkaç anlamsız kelime daha sarffetti. Köpeklerin tehlike anını sezinlediği gibi burnunu göğe kaldırdı. Güneş yoktu, yağmur da. Ayaz neme karışık kanalizasyon kokuyordu, her yan. Birden bire sahilin soluğuyla baştan aşağı titretti. Kontrol edemedi bedenini. Sendeledi. Kaldırımda geçenlerin arasında öylece kaldı. Gelip geçenlerin bakışlarına takılı, neden sonra adım attı. Parmakları sızlıyordu. Paralar hala avuçlarındaydı. Bu sefer tersiz avuçlarında. Kağıt parayı kafası kadar karışık çantanın içine attı. İçinden başka bir kağıt çıkardı. Sol eli ile sol cebine tıktı. Sağ yanındaki küçük balıkçı bir lokantaya takıldı gözleri. Birkaç yıl önce oda arkadaşlarıyla dershane sonrası şu mavi masada oturup küçük hamsileri dişlerken geleceğe dair hayaller kurmuşlardı. Diledikleri gibi gitmişlerdi bu şehirden. Kimi evli, kimi çocuklu…Daha dün gibi biliyordu, o an kuramamıştı, hiçbir hayal. Ve hala bu şehirdeydi; ama onlarsız. Tek, yalnız… Arkadasındaki lunaparkta dönme dolap sanki o günden bu güne hiç durmadan dönüyordu. Köşebaşındaki fırıncı hiç mesai yapmamıştı. O günkü bilinçle öğrencilerin ceplerine uygun mağazavari giysi pazarına yöneldi. Kapısına geldi, durdu.
_Buyrun hanfendi!
Sesle kendini buldu, yataktan yeni kalmışcasına:
_Şey affedersiniz!
Koşar adımlarla uzaklaştı. Nedendir bilmez, her zaman dile getirmekten haz aldığı bir üslupla kendi kendini aşağılamaya başladı:
“Geri zekalı ben, geri zekalısın işte. Neden burada indim ki?!”
Yayalar ve arabalar…Sağa, balık, haline mi yoksa sola, sebze, haline mi yönelmeliydi? Sola dönecekken aniden beyaz tonlarında bir hayal belirdi. Peynir tezgahları… Burnuna peşi sıra gelen hayali keskin peynir kokusu gerçekçi rutubet, balık, kanalizasyon kokusunu bastırınca yüzünü ekşitti. Daha da huysuzlaştı. Bocaladı, bacakları düğüm oldu. İçinden olduğu yerde tepinme isteği geldi. Belki de tam yapacaktı ki iki hali ayıran yolun tam ortasındaki, önündeki kocaman kemençe kulesine takılı kaldı. Bunu yeni mi yapmışlardı, yoksa o günlerde de var mıydı? Yine yordu kafasını, beynine müdahale edemiyordu, daldan dala atlıyordu. Belki de psikiyatrinin söyledikleri doğruydu.
Beden dilini anlatmak için derste sergilediği deli rolü harekete geçti birden. Şu tiyatro teklifi aldığı gün. O günce gülebilmek, kahkahalar atmak geldi içinden. Tam kahkahayı basacakken kasları gerildi, avuçlarını sıktı. Bozuk paralar şıkırdadı. Yeniden ses duyabilmek için iki elini birleştirip paraları avuçlarının içinde birkaç defa salladı. Sağ avucuna geçirdi. Sol eliyle daldı cebine, biraz önceki sıkıştırdığı kağıdı aldı. Evirdi, çevirdi, okumaya çalıştı. Kağıdın beyaz olduğunu fark etti. Sonra uzun bir zaman önce dispanserin önünde sarı bir kağıtta ablasının bir şeyler okumaya çalıştığını hatırladı. Hafif gülümsedi, çok mühim bir şeyi keşfetmiş gibi:
“Evet ya, reçeteler bir zamanlar saman kağıdındandı. Hiç sevmezdim tutmayı, üşümüşlüğümü daha çok üşütürdü. Oysaki şimdi kağıt kaygan, akıcı, sıcak…”
Kağıtta dondu kaldı. Yeniden aklına gelmişcesine tekrar söylenmeye başladı:
“Aptal ben neden gidersin ki şu psikiyatriye? Sanki çözüm bulacak. Hoş gerçi neye çözüm aradığımı kendim bile bilmiyorum ki o bilsin. Bence doğru muymuş söylediklerim, bence ne olmalıymış. Bilinçaltımı kontrol edemiyormuşum. Daha neler? Ve her zamanki gibi işin kolayına kaçma. Al sana ilaç… Almayacağım işte. Lanet olsun. Almayacağım…
Son kelimeyi öylesine bağırarak söyledi ki yanında geçen kadın:
_Ne verdim ki almayacaksın kızım?
Uzun, düz saçlarını geri atıp şaşkın gülümsedi:
_Yok bir şey teyze, sen yoluna bak.
Reçeteyi parçaladı, en küçük birimlere böldü. Yakınlarda bir yerde çöp kutusu aradı. Yoktu. Çantasına bıraktı kağıtları…
“Çöp, her şey çöp işte…”
Sağ elinde bozuk paralar hala duruyordu. Nasıl oldu bilmiyor, indiği yere gelmişti, onca düşünce olmamış gibi. Dolmuştan yeni inmişcesine:
“Vay be! Ben de şoföre ne söz ettim, ama. Yok cebimdeki son para. Cebimdeki son para oldu şimdi çok para. Ne garip… Tekken değerli, çokken değersiz.
Yığıntı düşüncelerinin arasında anlık başka bir kelime üstün geldi:AŞK
“Daha net şimdi bütün mesele . Aşk bu yüzden olmamalı. Aşk iki kişiliktir, çokgendir. Çokken değersizleşir. Sosyalleştirir. Sosyalleştirirken de köleleştirir. Tekken de aşk olmaz. İşte bu yüzden aşk yok, Beyaz Meleğim.”
Durdu, düşündü. Sağına, soluna, önüne, arkasına döndü. Telaşlandı. Adımlarını kontrol edemedi. Son zamanlarda küçük beyni kendisine tek kişilik bedeninde çok oyunlar sergiliyordu. Harcanmış zamanlara ait görüntüler, renkler, sesler, kokular birbirine girmişti, beynine tecavüz ediyordu. Yalamaktan çatlamış dudakları yanaklarına hafiften asılı kaldı. Ağlamak üzereydi. Aniden, yüz çizgileri masum memnuniyet edasına büründü. Dudakları iki nokta aralığında, beyninin tuşuna dokunmak istercesine, üstüne basa basa fısıltıyla tekrarlamaya başladı:
“Cesur Yüreğim… Beyaz Meleğim… İki gökyüzü arasındaki cennetim aşk yok, aşk yok… Bütünleştirici renklerin sağılımdaki metafiziğim; şuurum, senin için baskeli balo veriyor. Bencil beynim kendini başkasında görebilmek için seni sır seçiyor. Yansımanda aşk yok, ben aşksızım. Aşksız.”
Son kelimeyi daha da uzattı:
_ Aşksııızzz.
Susunca içindeki ses susacak sandı. Susmadı, susadı bütün bilinci. On harflik sıfat tamlaması - Beyaz Meleği _ içtikçe içti, rakı yudumunda şarap gibi. Damarlarında insan kokusu aşkın rengi koştu, nabzına davetkar sesin ritmi vurdu. Yer gök arasında bir kalem ucunda başı döndü, boş bir satırda asılı bir virgül oldu. Şuurunda çakılı kalan isimle kendisini silecek uykuyu, sadece, anne karnında cenin kıvamında uykuyu düşledi.
En sonunda beyni durağa yönelmesi için komut verdi. Giden ayakları mıydı, yoksa düşünceleri mi? Uyku arasında kesici alet aramak gibi. Düşünceleri miniminnacık yapan bir makas olmalıydı. Kırpmalı, un ufak etmeliydi. Son zamanlarda bütün bilincinin önüne geçen on harflik sıfat tamlamasını -Beyaz Meleği- de şeytani meleği gibi silmeli, unutmalıydı. Özgürleşmenin tek koşulu unutmaktı.
Nefesi bir köpek hırıltısında takılı kaldı boğazında. Durakta boş bulduğu bir banka oturdu, sokaktan geçenlere aldırmadan gün geçtikçe irileşen bacağını uzattı, gerildi. Beynini susturmalıydı. Dudakları mim oldu; yetmedi, sol avucunu da bastırdı dudaklarına. Olmadı. O susturmaya, unutmaya çalıştıkça beynindeki ses bu sefer rumuzun gerçek adıyla bağırdı. Öfkelendi, lanetler okudu, ona değil kendine. Kıyamadı insanlığına. Sancılıydı beyni. Acısı karnındaymışcasına büküldü. Başını öne eğdi, karışık bilinci ana diyarı rahmini selamladı. Çatlamak üzereydi:
“Şuuruma geliş nedenini bulursam meleğim, bir anlığına da olsa çıkartırım seni kendimden. Bu eksilmektir, yok olmaktır biliyorum; ama çoktan iyidir, çok değersiz.”
Telaşla söylendi:
_ Neden, nereden geldin hatırıma? Nereden? Ne işim var burada? Önce ne düşünüyordum, ben?
Her şey daha da karmaşıklaştı. Omuzları üzerine baş yerine taş taşıyordu. Yoruldu. Derin bir nefes aldı. Birden uzun tırnaklarının etine işlediğini hissetti. Canı yandı. Sağ avucu sımsıkıydı. Tutulmuş parmaklarını usulca araladı. Terlemiş avuçlarında bozuk paralar parmaklarından önce gevşedi. Madeni ses biraz olsun yatıştırdı. Paraları cebine koydu. Parmakları madeni soğukluğun üzerinde süründü. Bozuk paralar… Nerden hatırlıyordu bu kelimeleri. Okuduğu bir kitaptan, izlediği bir filmden, çocukluğuna ait bir anıdan mı? Bozuk paralar…
Gözlerini kapadı. Bu sefer uçuşan ebruli renk kuşakları yoktu. Renkler daha belirgindi. Mavi ve ışık sarısı. Kendi kedi topuklu seslerinde eriyip giden yatıştırıcı taban sesleri… Solda danışma önünden geçen iki silulet… Biri silik. Diğeri uzun bir gövde. Parmakları uzundu, saçları uzundu, burnu uzundu. Her şeyi…Gözleri uzunluğa eşit çekik. Sesi akıcı, duru hiç duyulmamış bir dilde dostluğu anlatıyordu. Gülüşünde unuttuğu temas tatında bir sevginin cömertkar bağışlanmışlığı vardı. İnsanlığa davetkar, evrensel… Dirilik fışkıran hareketi ile neşesi, kıvrak repliği:
_ “Prenses bozuk paran var mı?”
_ Niye ki?
_ “Dolmuş için gerekir. Üzerinde yoksa vereceğim.”
_ Teşekkür ederim, çok düşüncelisin, var.
Hıııh yok olsa da var derdi. Alışık değildi almaya. Almayı değil vermeyi öğretmişlerdi. Hem matemetik ve para sayılar çoğulu, hiç sevememişti; kelimeler daha yaşamsaldı. Kalıpsız, taşkın… Her tabiata sığdırılabilir. Formülsüz…
Formül düşüncesi ile sinirleri daha belirgin bozuk gülmeye başladı:
“Lanet olsun, formüllere ve iktisata. Şimdi kim girecek, yarınki iktisat sınavına? Ne vardı sanki yaşamsal kaynakların hepsini iktisadi yapacak?”
Beyni bir delinin makamından şarkılar söyleyip yüreği çenginin yanık, kıvrak teninde oyun oynamaya başlamıştı, bile:
“İKTİSAT-AŞK-İKTİSAT”
Parmakları durağın reklam panolarında misge vurmaya başlamışken içindeki ses susmak yerine coştukça coştu.
“Sensiz olan sermayemin hesapsızlığı ile paradan ellerimin kirlenmesi gibi beynim bulanıyor.Labirent düşüncelerime soğuk duşlar aldırıyorum.Sabunum senli anılar. Köpürdükçe damarların yeniden açılıyor.Sosyal eşitsizliğin zemininde güç alıp iktisadi yaptırımlara bölünüyoruz.Kumanda ekonomileri sisteminden sıyrılıp karma ekonomilerinin pençelerine düşüyoruz.Bu sürede sadece tükeniyoruz. Çaresiz tüketilmişliğim, hadi anlat bana aşkın iktisadi bilimi var mı?Akıl ve duygularımın değişkenliğini bir doğrultuda gösterip orijinde birleştirebilir misin?Sonra eğimsel çatışmaların grafiğini kırılgan bir histe yorumlayıp istatistik verilere dökebilir misin? Hadi söyle bana bir kez olsun kırılmaların eşiğinde oyunsuz dönebilir misin?
Sorgulamak benimle yaşıt olan bir dünyanın nefesidir, işte. Daha ne çok sorular, ne çok bir bilsen. Biliyorum cevaplar gelmeyecek. Sadece filozofi bir gölgenin efendisi fısıldıyacak. Fısıltı sustuğunda ben adım adım kendimi bitirmeye yakın daha çok sorular soruyorum.Aşksızken aşkı sorguluyorum senin tabirince.Önceden iki soru işareti ile bir yürek çizerek aşkı anlatmak daha basitti. Oysaki şimdi yüreğim kafatasımdan ibaret. Aşkı çizerek anlatmak daha da zorlaşıyor.Tamamiyle beyinsel.Hiç sevemediğim matematiksel.Heyyy gölgemdeki unutulmazlığın şifresi, sana göre aşk var. Hisset şimdi beynim düşünmeye, işlenmeye daha yakın. Hazır kıvamında cevap verir misin,aşkın da iktisadi bilimi var mı?”
Söylendi, tekrar tekrar üç noktanın ötesinde. Bilinci dağınık, notasız bir şarkı tutturdu; hafif tebessümlü:
“ AŞKIN İKTİSADİ BİLİMİ “
Henüz bitmemiş kelimeleri şuuruna takılı kalınca sağ elini yeniden cebine daldırdı, avuçladı paraları; soğuk,ezilmiş kaldırımlara birer birer bıraktı.
“TIN:Aş/TIN:kın/TIN:ik/TIN:ti/TIN:sa/TIN:di/TIN:bi…”
Nefti
Kandinsky