SALLABAŞ AHMET’İN YÜZÜ: Yürümeye başladı mı kafası rüzgârda sallanan bir kavak ağacı gibi sallanır. Hele traktöre bindi mi maskarası olur çoluk çocuğun. Traktör her tümseğe çıktığında ya da çukura girdiğinde, başı önüne düşer düşer kalkar. Başı vücudundan bağımsız gibidir. Ayakları öne giderken başı arkaya düşer. Kahvede otururken derdinden başının öne düştüğünü bile düşünebilirsiniz. Herkes sinirden olduğunu, boyun kaslarına bir sorun olduğunu söyler ama bugüne kadar doktora gittiği görülmemiştir. Hele iğne dendi mi olduğu yere yığılıverir. Büyük kızı kocaya kaçtı dört sene önce. Sözde çok sevdiler birbirlerini. Ne anası Kamile’yi dinledi ne de Sallabaş’ı. “Seviyorum” dedi de başka bir şey demedi. Çok yalvardı Sallabaş, çok dil döktü. O öne düşüp duran kafasını duvarlara vurdu da laf geçiremedi Gülistan’a. “Ben de kaçarım görürsünüz” dediği günün gecesi kaçtı Gülistan. Anası bütün çeyiz sandığını dağıttı arkasından. Köye gelen çeyizciden aldığı, daha taksitleri bitmemiş tabak takımlarını ibret-i âlem için kırdı kapının önünde. Tencerelerin üstünde zıpladı, dantelleri kör makasla parçaladı. Üç gün kendine gelemedi Sallabaş, üç gün boyunca yemeden içmeden kesildi. Ne kahveye çıkabildi ne de çifte gidebildi. Bütün gün evde kukumav kuşları gibi oturdu. Bir de Gülistan el öpmeye geleceğiz diye haber edince, avlu kapısına dışarıdan koca koca kilitler vurdu. Kamile konu komşuya bahçe duvarından girip çıkarken kolunu da kırdı sonunda. İki gün sonra geldi Gülistan. Yanında kocası, yakışıklı. Saatlerce kapının önünde beklediler. İçeride olduklarını bilse de ses etmedi hiç. Sallabaş da kapıyı açmaya hiç yeltenmedi. Akşamına geldikleri gibi gittiler… Sallabaş o akşam kahveye attı kendini. Rahatlamış gibiydi sanki. Ama yine de bir tedirginlik vardı yüzünde. Yıllarca gözü gibi baktığı kızının ona sırt çevirmesine mi yansın, yoksa ilk göz ağrısının böyle elden gitmesine mi bilemedi. Kahvede ona kimse ses etmedi o akşamdan sonra. Başı ne kadar sallanırsa sallansın kimse dalga geçmedi. Zaten kafası önüne eğilmiş, üzüntüsünden yüzünde derin çukurlar birikmişti. Sallabaş’ın yüzündeki keder halkaları hep o günlerden kalma işte. Gölgeler bir dağ oldu yüzünde. Yüzünden derin ırmaklar aktı, saçlarına karlar yağdı, kirpikleri döküldü ardı ardına. Eskiden onu tıraş ederken elim ayağıma dolaşır, aman bir yerini kesmeyeyim diye panik yapardım. Şimdi öyle değil ama. Şimdi başını öne eğdi miydi, makas kendiliğinden başlıyor kesmeye. Sallabaş sandalyeye nasıl oturduysa aynen öyle kalkıyor tıraştan.
TOPAL KADİR’İN YÜZÜ: Topal Kadir’i bir gece domuz avında kendi babası vurdu yanlışlıkla. Üzüm bağında gecenin bir vakti domuzlar asmaları dadanınca Galip Amca tüfeği askıdan aldığı gibi bastı tetiğe. Tam üç el. Sonra bir de baktı ki Kadir yok çardakta. Sonra bir inleme duymasın mı asmaların içinden. El fenerini aldığı gibi doğru üzümlerin arasına. Bir yanda Kadir yatıyor kanlar içinde, bir yanda domuz. Tam yedi saçma çıkardılar Kadir’in sağ bacağından. Jandarmalar günlerce ifadesini aldı Galip’in. Galip kasaba karakolunda üç gün geçirdi, Kadir devlet hastanesinde. Üç gün sonra çıkıp geldiklerinde Fatma Ana köyün ortasında yüzüne tükürdü kocası Galip’in. Galip ne ettiyse ikna edemedi Fatma Ana’yı. Evlat katilinden beter rezil rüsva etti köylünün içinde. Kadir aylarca evde yattı. Bir bacağı askıda kara kara düşündü hep. Günlerce eksik olmadı evin gelip gideni. Ev kolonyadan geçilmez oldu. Fatma Ana Galip Amca’dan dert yanıp durdu sürekli. Bacak kadar çocuk domuza götürülür müymüş, hadi götürdün, hiç mi çardakta olmadığına dikkat etmemiş, attığı yere hiç bakmıyor muymuş… Saydırdıkça saydırdı. O saydırdıkça afakanlar bastı Galip Amca’yı… Doktorlar gidip geldi olmadı. Üfürükçüler, hocalar, çıkıkçılar derken hiçbir şey fayda etmedi Kadir’e. Başta yalnız değneklerle kalkabildi ayağa. Duvarlara tutuna tutuna gidebildi tuvalete bile. Sonra değnekleri de attı zamanla. Aksaya aksaya yürümeye başladı. O zamandan beri Topal Kadir kaldı adı… Üç yıl sonra Galip Amca aynı Kadir gibi topal bir gelin bulup geldi karşı köyden. Ayşe gelin topaldı mopaldı ama canavar gibi yetişti her şeye. Fatma Ana’nın elini sıcak sudan soğuk suya sokmadı. Kadir’in keyfi yerine geldi zamanla. El ele tutuşup iki aksak tarlalara, dağlara gittiler. Ayşe üç de sabi verdi Kadir’e. Kadir’in yüzündeki bu mutluluk ta o zamanlardan kalma işte. Sanki bir gülmüş de sonra o gülümsemeyi dondurmuş suratında. Berber aynasında kendine bakarken, kanatlanıp uçacak sanki. Nasıl uçmasın ki? Ayşe gelin dördüncüye yüklü şimdi.
KORELİ SABRİ’NİN YÜZÜ: Sabri Kore gazisi. Bir de Hidayet Çavuş vardı Kore’de savaşan. Birkaç yıl önce gömdük onu. Gazi olarak bir tek Sabri kaldı köyde. Tam sekiz yıl dönmedi evine. Kış geceleri bütün millet kahvede soba başına toplanır, onun savaş maceralarını dinler hevesle. Sol gözünü kaybetmiş Kore’de. Çinli bir askerin süngüsü saplanmış. Olduğu yere yığılmış Sabri. Sanki vücudundan bir an bütün kanı çekilmiş gibi. Uyandığında bir tankın içinde bulmuş kendini. Başında bir sürü çekik gözlü bıdır bıdır konuşup duruyorlarmış. Çinlilere esir düşmüş, işkencelerden geçmiş. Zorla köpek eti yedirmişler. Şimdi ne zaman karşısına bir köpek çıksa olduğu yere kusmaya başlıyor. Sabri yeni evliydi Kore’ye gittiğinde. Karısı Hatçe sekiz yıl gıkını çıkarmadan onu bekledi. Sabri’nin kötürüm anasına baktı, kardeşlerine analık etti. Sabri dönüp geldiğinde çöp gibiydi. Kimse tanıyamadı önce. Meczup sandılar garibi. Kahvenin avlusuna oturtup çay ısmarladılar. Hiç konuşmadan çayını içti. Sonra Fıtıkçının Demir Dayı birden tanıyıverdi Sabri’yi. “Bizim Sabri len bu!” Köy kahvesi panayır yerine döndü bir anda. “Anaaa, e öldü dedilerdi bunun için.” Gelip giden merakla gözüne baktı Sabri’nin. Sanki İzmir’e gitmişler de hayvanat bahçesinde maymunlara bakıyorlar. Demir Dayı dayanamadı sonra. “Hadi len gençler, tutun Sabri abinizin kolundan da evine götürelim.” Hatçe bakır leğende yemek yıkıyordu onlar eve vardığında. Elinde çamaşır olduğu yere yığılıp kaldı. “Ana! Kız ana! Sabri geldi.” Anası ağlamaya başladı içeride. Hatçe uzun uzun izledi Sabri’yi. Gözündeki boşluğa baktı, içini çekip durdu. Başka biriydi sanki gelen. Bakır leğene alüminyum ibrikten sıcak su doldurup günlerce kendi elleriyle yuvaladı, kolonyalı pamuklarla sildi etini. Geceleri Sabri uyurken gözünden öptü. Sabri aylarca çıkmadı evden dışarı. Bütün köylü meraktan öldü. Ne yaşamıştı elin topraklarında, gözüne ne olmuştu? Herkes bir efsane uydurdu durdu sürekli. Derken bir yaz akşamı, Sabri saçını güzelce taramış çıkıp geldi kahveye. Sessizce yürüyüp benim berber sandalyesine oturdu. “Salih, insanlıktan çıktık. Şu benim saçı sakalı bir düzeltiver hele!” Makası tarağı elime aldım ama aynaya her baktığımda Sabri’nin beyazı akmış gözünü görüyorum. Dayanamadım sonunda; “Ya Sabri susayım diyorum ama gözüm hep oraya gidiyor. Allasen noldu gözüne?” Bütün kahve sanki bunu sormamı bekliyormuş gibi bir anda başını bizim oraya çevirdi. Derin bir sessizlik kapladı her yeri. “Anlatıcam anlatıcam. Sen önce şunları bir hallet de.” Tıraştan sonra sabahın körüne kadar Sabri esir kaldı kahvede. İskenderun Limanı’ndan bir girdi Pusan Limanı’ndan çıktı. Kaç düşman öldürdüğünü, gözünü nasıl kaybettiğini, Çinliler’e esir düştüğünde neler yaşadığını, ellerinden nasıl kurtulduğunu anlattı saatlerce. Bu toplantılar aylarca her gece devam etti. Sabri ne zaman kahveye gelse sanki sinema filmi başlıyormuş gibi, kahve ahalisi sandalyeleri ona doğru çevirdi. Sabri anlattıkları bitince baktı olmayacak kıçından maceralar uydurmaya başladı bu sefer. Köylüyü aylarca kendine esir etti.
KURU HASAN’IN YÜZÜ: Köyde av dendi mi her şey Kuru Hasan’dan sorulur. Kuru denmesinin nedeni zayıflığı. Aşağı yukarı on yıl önce küçük oğlu hariç bütün ailesini bir yangında kaybetti. Bir tek oğlu Abdullah’ı çıkarabildi o ateşlerin içinden. Daha sonra onu da şehre yolladı. Abdullah şimdi belediyenin kömür kamyonlarında şoförlük yapıyor. O günden sonra günden güne zayıfladı Hasan. Yokla var arası bir şeye dönüştü. Her sabah daha ezan okunmadan yola çıkar. Omzunda çiftesi, başında boladan, yanında iki barak, koluna astığı çıkınında bazlama, çökelek ve iki baş kuru soğan, dağlara doğru hızlandırır adımlarını. Hangi dağda hangi kuş var, hangisi ne zaman yavrular hepsini bilir. Kekliğin nasıl öttüğünü, bıldırcının hangi suya indiğini, lökşelerin neyle beslendiğini, sülünün yavrusunu nasıl aradığını merak edersen gidip ona soracaksın. Ansiklopedi gibidir mübarek. Karış karış gezer tepeleri. Sadece kuş da değil. Domuzundan tavşanına, tilkisinden gelinciğine kadar hepsini bilir. Çalıların arasında bir ses duymaya görsün, hemen sesinden tanır hayvanı, duruşunu ona göre ayarlar. Akşam olup da köye dönünce kahveye uğrar ilk. Belindeki ipten sarkan kuşları çıkarıp kahvedeki masalardan birini üstüne bırakır. O kadar avlamıştır da daha bir kerecik oturup da yediği görülmemiştir Hasan’ın. Onunki merak. Hayatta yalnız kaldığından beri hep bununla avunuyor. Ormanların dilinden onun kadar anlayan başka birini bulamazsınız köyde. Şu sandalyeye oturdu mu bütün dağların ormanların kokusu yayılır ortalığa. Fazla konuşmayı sevmez. Ne istediğini söylesin yeter. Saçları erkenden beyazladı o olaydan sonra. Yüzünde dereler aktı, gedikler açıldı. Makas saçlarını kestikçe, sanki ağaçlardan dökülen yapraklar gibi aheste iner teller kucağına. Kucağında birikir ve beyaz bir tepeye dönüşür.
BERBER SALİH’İN YÜZÜ: İşte bu da benim yüzüm. Berber Salih ben. Şık şık berber dedikleri de olur. Masada boş boş otururken bile makas elimdedir. Durmadan kanatlarını açar, şık şık eder. Bu yüzden şık şık kaldı adım. Sol elimde iki parmağım yok. Yıllar önce harman yerinde ekinleri patostan geçirirken, patosun kayışına kaptırdım. Ekin gibi parmaklarımı da buğdaya dönüştürdü makine. Ama yine de kullanırım onu. Tarak o elimdedir sürekli. Berberliği dedem Sıtkı’dan öğrendim. Çok güzel asker ve damat tıraşı yapardı rahmetli. Daha okula gitmiyordum yanında başladığımda. Bütün ustalıklarını gösterdi bana. Bıyığa nasıl davranmak gerekir, saçları nereden kesmeye başlarsın, kulak ve burun kılları nasıl özen ister hepsini hevesle öğretti. Vasiyetiydi, bir kış günü onu gömerken, asırlık makasıyla tarağını da mezarına koyduk. İlk tıraşımı yaptığımda Mecit’in kulağını kesmiştim hafiften. Mecit makasın ucundaki kanı görünce ağlamaya başlamıştı. Kulak yerindeydi oysa. Sadece ufacık bir sıyrık… Köyde elimden geçmemiş adam yoktur benim. Herkesin saçını yakından tanırım. Yüzünü de. Onların yüzü öykülerini de anlatır aslında. Böyledir bizim köylü milleti. Ne yaşadıysa hemen yüzüne yerleştirir. Ölümler, yangınlar, tarlaların kuraklığı, su kavgaları, askere uğurlanan oğlanlar, komşu köylere gelin giden kızlar… Her şey yüzden okunur burada. Her şey yüzde yaşanır. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş derler ya; safi yalan. Öyle güzel tıraş ederim ki kendimi aklınız şaşar. En çok sünnete hazırlanan oğlanları tıraş etmeyi severim. Bilmem, belki de onları kesmeye alıştırdığım için… Ben Berber Salih. Herkesin ayna da bir yüzü var da, ben göremiyorum yüzümü.
Kahverengi
Raymond Depardon