Rüyalar görürdü, kendini kendisinin sorguya çekecek odalarda. Kendi elleri ile çizdiği odalar ortasında
kocaman kara delikler açılır, ruhani labirentlerin eşiğinde şimdi ve geçmiş arasındaki arafta yarışmaya
hazırlananların, kişiliksizliğin de bir kimlik olduğu anlarda çıkışların yönünü arardı. Kuşatılmış
çocukluğunun dünyasında saatlerce dolaşır, ta ki o ana kadar çıkamazdı, düşüncelerinin batağında.
Böylesi saniyelerde hiç olursa olmayan ve artık kimsenin gözünde değer kazanmayan, dilinde durmadan
terennüm eden çocukluğu, gri hayaller içinde saplanıp kalmış kimsesizliğiyle el ele, masalın sonu kadar
mutlu bitmezdi, ayırırdı fikirli insanın hoyratça uykusuzluğu. İşte o bildik anlarda atmıştı, kendini
yalnızdan liman yatağına. Uyku, uykusuzluk arasında, kan ter içinde örtülerini indirmiş mahrumiyet
edasında, sadece kendisinin duyduğu korkunç çığlıklar ve sessizce sönüverdi, edepsiz çığlıklar. Her
defasında aynı rüya, seyrettiği bir filmi seyreder gibi ezbere bilenen cümleler ve şekiller bıkkınlık
vermişti, kendine. Heyecan yoktu, hiçbir karesinde. Görüntülerle gelen hep aynı korku… Elli yaşında
bir bebeğin “anne” diye attığı feryatlar yorucu; hiç tanımadığı bir tenin sıcaklığı kadar şeffaf, buzdan
suların erimesi kadar ürpertici. Aynı tanıdık feryat… Önce dil, diş arasında ezilmiş, sonra bir özgüvenle
kendine gelmiş Öz Türkçe'nin yeni moda kelimesi:
-“Annnne”
Çığlıkla beraber yüksekten düşercesine bir sıçrayış. Refleks olmuş vücudu beyaz çarşafın kenarında
ağın ucunda yeni kopmuş bir kara örümcek. Artık ileri geri gitmeler bir anlık donuk. Durup boşlukta
düşünme yok. Mekanı, zamanı, nesneleri her şeyi hatta kendini belleğinin silik köşesine itmiş. “Ben
neyim, ben kimim?” Shakespeares’ in deli kılıklı akıllı olma hevesinde. Dünyadan gidiyor olmaya yakın
dünyaya gelişine öfkeli, tetiğinden fırlayan bir merminin etine saplanacakmışcasına panik. Elleri, kolları,
ayakları beyninden istemsiz, köylü bir kadının sırtında sallanıyormuşcasına boş çuval. Panik ve etiyle
dokunuyor etine, doktorculuk oynuyor kendine. Bedeninin her tarafını kontrol ediyor. Manzara korkunç…
Dalağını, böbreklerini, kalbini, beynini saçıp erkekliğinin şanı organını büküp yatağının üzerine sergi
açmışlardı. Fal taşı gibi gözlerini açtı, dakilarca aynı noktaya sabitlendi. Sonra elleri, elleri yine kan
içindeydi. Ellerini birbirine ovuşturdu, günün ilk ışıklarıyla iştahlıca kahvaltı yapan yatağının arada bir
kadın tenlerine konukseverlik eden çarşafı ile ellerini hoyratça sildi, geçmedi. Kan içindeki elleriyle yine
baş edemedi. En sonunda ince, uzun parmaklarını düz, beyaz saçları arasına daldırdı. Kafasını
yeryüzünde duyduğu en uğultulu sesle kaşıdı. Elleri birden belki esmer belki sarışın eller oluverdi, tatlı bir
acı ile saçlarını çekti. Parmaklarının arasında sıyrılıp gelen birkaç teli yere attı, kuşun tüyleri kadar hafif
senfoniye içindeki karmaşanın sonsuz dalaveresi arasında eşlik etti. Elinde kalan bir teli ise iki ucundan
tutup başının hizasına kaldırdı, saçlarının arasına yeniden gönderircesine şaşı baktı. Diğerlerinin görmediği
şekilde farklı gören gözlerle şaşı… Çizgi filimlerdeki kötü karekterlerin evi kadar kocaman, güç otoritesi,
çikolata adını verdiği evi içinde kahkahaları hiç değişmeyen melodi ile avazının çıktığınca yüzünün en
büyük organından bağırdı.
-“Tanrının oraklı yardakçısı yine sana mağlup değilim!”
Sonra sessizlikle beraber imparotorluğunu kurduğu, gücünü damgaladığı ayrılıkların rengi sarı evinde
kendisi ile beraber her şey sustu. Bu susuşta yıllar önce annesinin kendisine söylediği ninniler değil;
kendince benlerinden karmakarışık benlerin söylediği ninniler kulağına derinden, beynini iğnelercesine
geliyordu. Uzun kahkaha halinde…Ah annesi…! Birkaç defa “annem, annem” diye yineledi. Sıcaklığını
bulamadığı, içlerinde yok olup gittiği kumral, sarışın, esmer kadınların dokunuşlarında hatırladığı annesi.
Sarıldığı her kadında annesini bulmak umuduyla aradığı annesi. Ah annesi bir doğulu değil; fakat en az
doğulu kadının çilesi kadar dolu. Nasıl da esirgerdi, kendisinden sevgiyi babasına kızkınlıktan. Sisli bir
sabahın koynunda annesinin saçlarını taraması hala gözlerinin önünde, saçlarını tararken kaçamaklı
gözyaşlarının özgürlüğü bir esirin yüreği kadar acıtırdı içini. Ağlamak sadece ağlamak isterdi, annesinin
beklediği anlarda. Ağlarken de kelimesiz kendini anlatmak. Susup da anlatırken kendini kendisine,
hatırlardı hep annesinin yerli yerince sözünü:
-“Oğlum duvarlar kimsesizlikten çatlar.”
Şimdi de kendisi yalnızlıktan çatlamak üzere.
Yüreğinde bambaşka ifadelere bürünen yalnızlık, uykularına giren o cehennem günden sonra nasıl da
etiketi olmuştu. Söküp atmakla kurtulamıyordu, izi vardı; ağır, yapışkan. Silmeye çalışsa her şeyi birbirine
karıştıracaktı belki de. Kurtuluşu sıcaklık, sevgiydi; biliyordu, istiyordu hatta arzuluyordu. Canı şeker
isteyip de cepinde parası olmadığı anlarda sesizce, onurluca belki bir gün alırım, diye beklediği
zamanlardaki gibi bekliyordu, sevgiyi; ama elma kokulu, çıkarsız olanından. O gece yitirmişti, sevgiyi ve
bulacaktı bir gece. İnançsızlığına tezat inançlılığının en koyusunda gün ışıyordu, şubat sabahının
unutulacak ayağına yatma saniyelerinde. Yalnızdı, sevgisini verdiği, satır boşluklarını okur gibi okuduğu
bütün rengarenk kadınlara rağmen her şeyi ile yapayalnızdı. Kaç teni, beyni ve yüreği ile sonuna dek
okuyup anlamlandırabilirdi ki.! Okumak değil, okunmak istiyordu artık. Yalnızlığını kurallaştırıp başka
bir cümlede devrik hale getirmek… Ölmeye yakın bu hayal çok mu uzak?
Duygularının en derininde yalnızlıktan düşerken gözleri, günün ilk ışıkları ile unutmak istediği
geçmişi, uykularına giren o cehennem gün amatör bir ressamın tuvalinde beliriyordu, şimdi de. Bal
köpüğü gözleri kısık, mühürleri yırtılmış mektup dudakları hafif aralık. Alevden turuncu ışıklar arasında
uzanmış elleri çekiştirip duruyor bir şeyleri. Sonra apansızın sisli bir perdenin arkasında topraktan nasibini
almış nasırlı anne eller uzanıyor, uzaktan gelen bir mektuba kavga edercesine. Çalışmaktan beyazlığını
yitirmiş ten henüz pişirdiği kabak kokusunda, günün hamal işleri ile yorgun. Bir tek altın sarısına yakın
açık saçları eskisinin yenisinde. Ömrü boyunca ne doğru dürüst sevilmiş ne de doğru dürüst sevişebilmiş
bu silulet, elinde mektup kaygılı çöküyor, dizlerinin üstüne. Toprakla doymuş elleri zarfın üzerinde zarfı
telaşla parçalıyor. Zamanın yoksulluğu kağıt renginde, kendinin akıbeti mürekkebin doyuş zerresinde.
Eviriyor, çeviriyor kargacık burgacık yazılar hışırtılar sedasında dilsiz. Ve annesinin sesi öylesine derin ki
suskunluğunun arifesinde. Mektubu yıllar öncesindeki küçük çocuğa uzatıp:
-Oğul oku hele şunu!
Küçük eller uzanıyor mektuba. Okuma bilenlerin hazzı içinde, çekiştirilmiş heceler dillerin ucunda
başlıyor, okumaya. Her cümleyi tamamlayışında annesi, kapının eşiğinde eğildikçe eğiliyor, biraz daha
bükülüyor. Kendisi mutlu ,okuyor; annesi hüzünlü bilmiyor, meğer o okudukça annesi bildiği bütün
kelimeleri unutuyor. Annesi hızlıca çekiyor ellerinden mektubu. İşgüzar ellerinde eziyor, sımsıkı tutuyor
avuçlarında sanki son kez dallara tutunma umudunda. Bitiyor her şey, iş ve aş telaşının peşinde gelen
terk ediş ve varlığının sonsuz susuşu… Babasından alma kumral saçlı çocuk, yavaşça yaklaşıyor
annesine, hafif başını eğip yanaklarına pamuktan bir öpücük konduruyor ve avluya konan bir serçeyi
uçurmak istemeyen çocukların tedbirli sesi ile usulca:
-Anne…!
-................
-Anneeeee!
-................
O gün kaç defa anne dedi bilmiyor, bildiği tek sey annesinin sonsuz susuşu. Annesi ile öylece
kalıyor, kaskatı. Sinmiş bir köşeye çürümüş tahta barakaların hesabını tutuyor. Sayıyor, karı olmadan
sayıyor ve sallanıyor. Belki annem yeniden konuşur diye beklediği dakikalar, hayatında ilk kez salıncağa
binen ürkek bir çocuğun gerçekleri anlayışı kadar kopuk. Hayalce… Ve o gün ilk defa annesiyle
yalnızlığı öğreniyor. Yalnızlığın kelimelerini bir yürek yerine buzdan eller fısıldıyor kendisine. Buzdan
eller suratında semaya duruyor. Yalvarıyor, ağlıyor, korkuyor bir daha annesinin sesini duyamaktan,
sıcaklığını bulamamaktan.
-Anne ne olur konuş! Bak ben yanımdayım.Yalnız değilsin, yalnız değilim!
Taştan bir kitle annesi. Nasıl da silinmişti, nasıl da bir hiç olduğu üstüne basılarak aşağılanmıştı,
satırlara yazılarak. Bütün çabasına rağmen yalnızlığı yayılıyordu işte annesinden kendisine. Babası
paylaşmıyordu, geride büyük gölgeler bırakarak çekiliyordu, nefeslerinde. Konuşmuyordu işte annesi,
konuşmuyordu. Annesi sinmiş, kapı eşiğine; gıcırtısı eksik bir beşik sallanıyor durmadan. Dayanamıyor
büyümekten korkan küçük beden. Etraf sessiz, sakin. Çaresiz fırlıyor, atıyor kendini bahçeye. Bir taraftan
gözlerini siliyor. Çıplak ayaklarında kuvvet, katıksız hamur; parmak aralarında çamur ve diz çöküyor bir
kara yemiş dibine. Eşeliyor, dakikalarca. Daha birkaç gün önce toprağa verdiği minik serçe minik
avuçlarında. Üşüyen ellerinde bir hareketlilik, sıcaklık… Etler ayrılıyor kemiklerden, çatırtılar kulaklarında.
Hissediyor yeniden. Serçenin üzerinde vıkır vıkır kaynayan kurtçuklar beyaz dutun dramasını yapıyor,
sanki. Bu iğretili sahne babasına duyduğu öfkenin yanında daha masumane. İçinde bir bulantı, yüreğinde
kocaman bir yalnızlık, avuçlarında canlılığın verdiği güçle kendilerinden katça büyük serçeyi kemiren
kurtçuklarla yeniden dönüyor, annesine. Parmaklarının arasından birkaç kurtçuk dökülürken ayaklarının
altında basamaklar gıcırdıyor, batan güneşin sessizliğine inat. Annesinin karşısına geçiyor, açıyor
avuçlarını:
-Anne ne olur konuş! Susmak ölüm bana.
-Anne konuş. Bak, yoksa kurtçuklar seni de yer. Sonra ben ne yaparım. Konuş anne! Sarıl bana!
Kucağına al beni!
Annesi susuyor. Çıkmıyor, ağzından bir kelime. Sonunda kendisi de yorgun düşünce, annesine
benzeyen incecik, geniş dudaklarından dökülüyor, birer birer kelimeler:
-Büyüyünce cerrah olacağım. Kurtçuklardan önce bulacağım sıcaklığı. Onlardan önce dokunacağım
cana, kana. Ellerim bugünkü gibi üşümeyecek. Hem de hiç. Sıcaklığı ve sevgiyi bulacağım. Tanıdığım
hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.
Acıyan yüreğinin dilinden dökülürken kelimeler kolunun yeniyle siliyor, yanaklarına yuvarlanan yalnızlık
tadında gözyaşlarını. Günün batan ışıkları siyahlara boyuyor babasından kalma saçlarını.
Kıpırdıyor, zincirlerini kırıyor, duvarların müsaade ettiğince geriliyor, kocaman dev gövdesiyle
uyanıyor masal ülkesinde. Günün ilk ışıkları; günboyu etrafındaki insanlara kalkan olacak neşeli
maskesinin üzerinde, gece boyu üşüyen damarlarının içinde. O günden kalma gözyaşları yanaklarında,
fısıltılı bir kelime dudaklarında.
-Anneee!
İçinde yenileniyor bütün bilinci:
-Hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.
Ayakları gerçekliğin döşemesinde, yöneliyor yatağın karşısındaki kapakları açık gardroba. Her daim
uyku uykusuzluk arasında dinlendirdiği çıplak tenine uyduruyor, rengarenk mutluluk kılıflarını.
Hazırlanıyor, her zamanki gibi çıkıyor, bir kapı aralığı umut yolculuğu. Telaşlı ayakları, kendini özgür
saydığı duvarlar içine götürüyor açık cezaevine. Birkaç evrak imzalayıp, birkaç talimat veriyor. Kapısını
hızla çekip soldan iniyor merdivenlerden. Üzerine buz renklerden geçiriyor önlüğü, dalıyor
ameliyathaneye. Üşüyen ellerine rağmen yüzünde sıcacık bir tebessüm, soruyor, dün akşamdan öyküsünü
okuduğu, ameliyata hazır yeni yetme öykücüye.
-O çocuğun babası kimdi?
-Onu bilemem. Okuyucu bilir. Hayalinde kim varsa onu koy yerine.
Gözlerini kapatıyor öykücü. Cerrah düşünüyor; bir görüntü halinde gidiyor, geliyor annesi, babası.
-“Neşter.! “
Alıyor eline neşteri, öykücünün sol köşesine atıyor, bir çizik. Annesi hala eşikte sallanıyor,
konuşmuyor; üşüyor elleri. Benim annem ol dediği tenlerde sıcaklığı bulmanın sevgiyi bulmak olmadığını
anlayınca parçalıyor kadavrayı . Dalıyor kadavranın içine. Atıyor, şimdi adamakıllı, sımsıcak hayat
avuçlarında. Vermiyor, hiçbir kadın bu sıcaklığı. Atıyor avuçlarında hayat ve parçalıyor annesi gibi terk
edilmiş gecelerini kurtçuklardan önce öldürürcesine… Belki diyor belki bir gün…
“NEFTİ”
hazırlananların, kişiliksizliğin de bir kimlik olduğu anlarda çıkışların yönünü arardı. Kuşatılmış
çocukluğunun dünyasında saatlerce dolaşır, ta ki o ana kadar çıkamazdı, düşüncelerinin batağında.
Böylesi saniyelerde hiç olursa olmayan ve artık kimsenin gözünde değer kazanmayan, dilinde durmadan
terennüm eden çocukluğu, gri hayaller içinde saplanıp kalmış kimsesizliğiyle el ele, masalın sonu kadar
mutlu bitmezdi, ayırırdı fikirli insanın hoyratça uykusuzluğu. İşte o bildik anlarda atmıştı, kendini
yalnızdan liman yatağına. Uyku, uykusuzluk arasında, kan ter içinde örtülerini indirmiş mahrumiyet
edasında, sadece kendisinin duyduğu korkunç çığlıklar ve sessizce sönüverdi, edepsiz çığlıklar. Her
defasında aynı rüya, seyrettiği bir filmi seyreder gibi ezbere bilenen cümleler ve şekiller bıkkınlık
vermişti, kendine. Heyecan yoktu, hiçbir karesinde. Görüntülerle gelen hep aynı korku… Elli yaşında
bir bebeğin “anne” diye attığı feryatlar yorucu; hiç tanımadığı bir tenin sıcaklığı kadar şeffaf, buzdan
suların erimesi kadar ürpertici. Aynı tanıdık feryat… Önce dil, diş arasında ezilmiş, sonra bir özgüvenle
kendine gelmiş Öz Türkçe'nin yeni moda kelimesi:
-“Annnne”
Çığlıkla beraber yüksekten düşercesine bir sıçrayış. Refleks olmuş vücudu beyaz çarşafın kenarında
ağın ucunda yeni kopmuş bir kara örümcek. Artık ileri geri gitmeler bir anlık donuk. Durup boşlukta
düşünme yok. Mekanı, zamanı, nesneleri her şeyi hatta kendini belleğinin silik köşesine itmiş. “Ben
neyim, ben kimim?” Shakespeares’ in deli kılıklı akıllı olma hevesinde. Dünyadan gidiyor olmaya yakın
dünyaya gelişine öfkeli, tetiğinden fırlayan bir merminin etine saplanacakmışcasına panik. Elleri, kolları,
ayakları beyninden istemsiz, köylü bir kadının sırtında sallanıyormuşcasına boş çuval. Panik ve etiyle
dokunuyor etine, doktorculuk oynuyor kendine. Bedeninin her tarafını kontrol ediyor. Manzara korkunç…
Dalağını, böbreklerini, kalbini, beynini saçıp erkekliğinin şanı organını büküp yatağının üzerine sergi
açmışlardı. Fal taşı gibi gözlerini açtı, dakilarca aynı noktaya sabitlendi. Sonra elleri, elleri yine kan
içindeydi. Ellerini birbirine ovuşturdu, günün ilk ışıklarıyla iştahlıca kahvaltı yapan yatağının arada bir
kadın tenlerine konukseverlik eden çarşafı ile ellerini hoyratça sildi, geçmedi. Kan içindeki elleriyle yine
baş edemedi. En sonunda ince, uzun parmaklarını düz, beyaz saçları arasına daldırdı. Kafasını
yeryüzünde duyduğu en uğultulu sesle kaşıdı. Elleri birden belki esmer belki sarışın eller oluverdi, tatlı bir
acı ile saçlarını çekti. Parmaklarının arasında sıyrılıp gelen birkaç teli yere attı, kuşun tüyleri kadar hafif
senfoniye içindeki karmaşanın sonsuz dalaveresi arasında eşlik etti. Elinde kalan bir teli ise iki ucundan
tutup başının hizasına kaldırdı, saçlarının arasına yeniden gönderircesine şaşı baktı. Diğerlerinin görmediği
şekilde farklı gören gözlerle şaşı… Çizgi filimlerdeki kötü karekterlerin evi kadar kocaman, güç otoritesi,
çikolata adını verdiği evi içinde kahkahaları hiç değişmeyen melodi ile avazının çıktığınca yüzünün en
büyük organından bağırdı.
-“Tanrının oraklı yardakçısı yine sana mağlup değilim!”
Sonra sessizlikle beraber imparotorluğunu kurduğu, gücünü damgaladığı ayrılıkların rengi sarı evinde
kendisi ile beraber her şey sustu. Bu susuşta yıllar önce annesinin kendisine söylediği ninniler değil;
kendince benlerinden karmakarışık benlerin söylediği ninniler kulağına derinden, beynini iğnelercesine
geliyordu. Uzun kahkaha halinde…Ah annesi…! Birkaç defa “annem, annem” diye yineledi. Sıcaklığını
bulamadığı, içlerinde yok olup gittiği kumral, sarışın, esmer kadınların dokunuşlarında hatırladığı annesi.
Sarıldığı her kadında annesini bulmak umuduyla aradığı annesi. Ah annesi bir doğulu değil; fakat en az
doğulu kadının çilesi kadar dolu. Nasıl da esirgerdi, kendisinden sevgiyi babasına kızkınlıktan. Sisli bir
sabahın koynunda annesinin saçlarını taraması hala gözlerinin önünde, saçlarını tararken kaçamaklı
gözyaşlarının özgürlüğü bir esirin yüreği kadar acıtırdı içini. Ağlamak sadece ağlamak isterdi, annesinin
beklediği anlarda. Ağlarken de kelimesiz kendini anlatmak. Susup da anlatırken kendini kendisine,
hatırlardı hep annesinin yerli yerince sözünü:
-“Oğlum duvarlar kimsesizlikten çatlar.”
Şimdi de kendisi yalnızlıktan çatlamak üzere.
Yüreğinde bambaşka ifadelere bürünen yalnızlık, uykularına giren o cehennem günden sonra nasıl da
etiketi olmuştu. Söküp atmakla kurtulamıyordu, izi vardı; ağır, yapışkan. Silmeye çalışsa her şeyi birbirine
karıştıracaktı belki de. Kurtuluşu sıcaklık, sevgiydi; biliyordu, istiyordu hatta arzuluyordu. Canı şeker
isteyip de cepinde parası olmadığı anlarda sesizce, onurluca belki bir gün alırım, diye beklediği
zamanlardaki gibi bekliyordu, sevgiyi; ama elma kokulu, çıkarsız olanından. O gece yitirmişti, sevgiyi ve
bulacaktı bir gece. İnançsızlığına tezat inançlılığının en koyusunda gün ışıyordu, şubat sabahının
unutulacak ayağına yatma saniyelerinde. Yalnızdı, sevgisini verdiği, satır boşluklarını okur gibi okuduğu
bütün rengarenk kadınlara rağmen her şeyi ile yapayalnızdı. Kaç teni, beyni ve yüreği ile sonuna dek
okuyup anlamlandırabilirdi ki.! Okumak değil, okunmak istiyordu artık. Yalnızlığını kurallaştırıp başka
bir cümlede devrik hale getirmek… Ölmeye yakın bu hayal çok mu uzak?
Duygularının en derininde yalnızlıktan düşerken gözleri, günün ilk ışıkları ile unutmak istediği
geçmişi, uykularına giren o cehennem gün amatör bir ressamın tuvalinde beliriyordu, şimdi de. Bal
köpüğü gözleri kısık, mühürleri yırtılmış mektup dudakları hafif aralık. Alevden turuncu ışıklar arasında
uzanmış elleri çekiştirip duruyor bir şeyleri. Sonra apansızın sisli bir perdenin arkasında topraktan nasibini
almış nasırlı anne eller uzanıyor, uzaktan gelen bir mektuba kavga edercesine. Çalışmaktan beyazlığını
yitirmiş ten henüz pişirdiği kabak kokusunda, günün hamal işleri ile yorgun. Bir tek altın sarısına yakın
açık saçları eskisinin yenisinde. Ömrü boyunca ne doğru dürüst sevilmiş ne de doğru dürüst sevişebilmiş
bu silulet, elinde mektup kaygılı çöküyor, dizlerinin üstüne. Toprakla doymuş elleri zarfın üzerinde zarfı
telaşla parçalıyor. Zamanın yoksulluğu kağıt renginde, kendinin akıbeti mürekkebin doyuş zerresinde.
Eviriyor, çeviriyor kargacık burgacık yazılar hışırtılar sedasında dilsiz. Ve annesinin sesi öylesine derin ki
suskunluğunun arifesinde. Mektubu yıllar öncesindeki küçük çocuğa uzatıp:
-Oğul oku hele şunu!
Küçük eller uzanıyor mektuba. Okuma bilenlerin hazzı içinde, çekiştirilmiş heceler dillerin ucunda
başlıyor, okumaya. Her cümleyi tamamlayışında annesi, kapının eşiğinde eğildikçe eğiliyor, biraz daha
bükülüyor. Kendisi mutlu ,okuyor; annesi hüzünlü bilmiyor, meğer o okudukça annesi bildiği bütün
kelimeleri unutuyor. Annesi hızlıca çekiyor ellerinden mektubu. İşgüzar ellerinde eziyor, sımsıkı tutuyor
avuçlarında sanki son kez dallara tutunma umudunda. Bitiyor her şey, iş ve aş telaşının peşinde gelen
terk ediş ve varlığının sonsuz susuşu… Babasından alma kumral saçlı çocuk, yavaşça yaklaşıyor
annesine, hafif başını eğip yanaklarına pamuktan bir öpücük konduruyor ve avluya konan bir serçeyi
uçurmak istemeyen çocukların tedbirli sesi ile usulca:
-Anne…!
-................
-Anneeeee!
-................
O gün kaç defa anne dedi bilmiyor, bildiği tek sey annesinin sonsuz susuşu. Annesi ile öylece
kalıyor, kaskatı. Sinmiş bir köşeye çürümüş tahta barakaların hesabını tutuyor. Sayıyor, karı olmadan
sayıyor ve sallanıyor. Belki annem yeniden konuşur diye beklediği dakikalar, hayatında ilk kez salıncağa
binen ürkek bir çocuğun gerçekleri anlayışı kadar kopuk. Hayalce… Ve o gün ilk defa annesiyle
yalnızlığı öğreniyor. Yalnızlığın kelimelerini bir yürek yerine buzdan eller fısıldıyor kendisine. Buzdan
eller suratında semaya duruyor. Yalvarıyor, ağlıyor, korkuyor bir daha annesinin sesini duyamaktan,
sıcaklığını bulamamaktan.
-Anne ne olur konuş! Bak ben yanımdayım.Yalnız değilsin, yalnız değilim!
Taştan bir kitle annesi. Nasıl da silinmişti, nasıl da bir hiç olduğu üstüne basılarak aşağılanmıştı,
satırlara yazılarak. Bütün çabasına rağmen yalnızlığı yayılıyordu işte annesinden kendisine. Babası
paylaşmıyordu, geride büyük gölgeler bırakarak çekiliyordu, nefeslerinde. Konuşmuyordu işte annesi,
konuşmuyordu. Annesi sinmiş, kapı eşiğine; gıcırtısı eksik bir beşik sallanıyor durmadan. Dayanamıyor
büyümekten korkan küçük beden. Etraf sessiz, sakin. Çaresiz fırlıyor, atıyor kendini bahçeye. Bir taraftan
gözlerini siliyor. Çıplak ayaklarında kuvvet, katıksız hamur; parmak aralarında çamur ve diz çöküyor bir
kara yemiş dibine. Eşeliyor, dakikalarca. Daha birkaç gün önce toprağa verdiği minik serçe minik
avuçlarında. Üşüyen ellerinde bir hareketlilik, sıcaklık… Etler ayrılıyor kemiklerden, çatırtılar kulaklarında.
Hissediyor yeniden. Serçenin üzerinde vıkır vıkır kaynayan kurtçuklar beyaz dutun dramasını yapıyor,
sanki. Bu iğretili sahne babasına duyduğu öfkenin yanında daha masumane. İçinde bir bulantı, yüreğinde
kocaman bir yalnızlık, avuçlarında canlılığın verdiği güçle kendilerinden katça büyük serçeyi kemiren
kurtçuklarla yeniden dönüyor, annesine. Parmaklarının arasından birkaç kurtçuk dökülürken ayaklarının
altında basamaklar gıcırdıyor, batan güneşin sessizliğine inat. Annesinin karşısına geçiyor, açıyor
avuçlarını:
-Anne ne olur konuş! Susmak ölüm bana.
-Anne konuş. Bak, yoksa kurtçuklar seni de yer. Sonra ben ne yaparım. Konuş anne! Sarıl bana!
Kucağına al beni!
Annesi susuyor. Çıkmıyor, ağzından bir kelime. Sonunda kendisi de yorgun düşünce, annesine
benzeyen incecik, geniş dudaklarından dökülüyor, birer birer kelimeler:
-Büyüyünce cerrah olacağım. Kurtçuklardan önce bulacağım sıcaklığı. Onlardan önce dokunacağım
cana, kana. Ellerim bugünkü gibi üşümeyecek. Hem de hiç. Sıcaklığı ve sevgiyi bulacağım. Tanıdığım
hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.
Acıyan yüreğinin dilinden dökülürken kelimeler kolunun yeniyle siliyor, yanaklarına yuvarlanan yalnızlık
tadında gözyaşlarını. Günün batan ışıkları siyahlara boyuyor babasından kalma saçlarını.
Kıpırdıyor, zincirlerini kırıyor, duvarların müsaade ettiğince geriliyor, kocaman dev gövdesiyle
uyanıyor masal ülkesinde. Günün ilk ışıkları; günboyu etrafındaki insanlara kalkan olacak neşeli
maskesinin üzerinde, gece boyu üşüyen damarlarının içinde. O günden kalma gözyaşları yanaklarında,
fısıltılı bir kelime dudaklarında.
-Anneee!
İçinde yenileniyor bütün bilinci:
-Hiçbir kadın üzülmeyecek, susmayacak senin gibi anne.
Ayakları gerçekliğin döşemesinde, yöneliyor yatağın karşısındaki kapakları açık gardroba. Her daim
uyku uykusuzluk arasında dinlendirdiği çıplak tenine uyduruyor, rengarenk mutluluk kılıflarını.
Hazırlanıyor, her zamanki gibi çıkıyor, bir kapı aralığı umut yolculuğu. Telaşlı ayakları, kendini özgür
saydığı duvarlar içine götürüyor açık cezaevine. Birkaç evrak imzalayıp, birkaç talimat veriyor. Kapısını
hızla çekip soldan iniyor merdivenlerden. Üzerine buz renklerden geçiriyor önlüğü, dalıyor
ameliyathaneye. Üşüyen ellerine rağmen yüzünde sıcacık bir tebessüm, soruyor, dün akşamdan öyküsünü
okuduğu, ameliyata hazır yeni yetme öykücüye.
-O çocuğun babası kimdi?
-Onu bilemem. Okuyucu bilir. Hayalinde kim varsa onu koy yerine.
Gözlerini kapatıyor öykücü. Cerrah düşünüyor; bir görüntü halinde gidiyor, geliyor annesi, babası.
-“Neşter.! “
Alıyor eline neşteri, öykücünün sol köşesine atıyor, bir çizik. Annesi hala eşikte sallanıyor,
konuşmuyor; üşüyor elleri. Benim annem ol dediği tenlerde sıcaklığı bulmanın sevgiyi bulmak olmadığını
anlayınca parçalıyor kadavrayı . Dalıyor kadavranın içine. Atıyor, şimdi adamakıllı, sımsıcak hayat
avuçlarında. Vermiyor, hiçbir kadın bu sıcaklığı. Atıyor avuçlarında hayat ve parçalıyor annesi gibi terk
edilmiş gecelerini kurtçuklardan önce öldürürcesine… Belki diyor belki bir gün…
“NEFTİ”