18 Kasım 2011 Cuma

TABUT KABUĞU

Yanınca gözü yanar. Küle dönüşür bakışın kendisi. Kirpiklerden sülfür yayılır kapanmamış mezarlara. Çukurunda bir bebek dirilir rahime. Ve büyür korkunun içinde.  Hiçbir sesin gidemediği bir kelime gibidir artık. İsmen olmasa da kısmen çağırılır;



Hidayet, diye seslendi babası sitilin başına eğilip sudaki yansımasına bakan çocuğa. Suda duydu babasını. Derken yansıması babasının sesiyle seslendi Hidayet'e. Hidayet de duydu suyu...



Dizlerine birikmiş kerpici temizledi. Babasına doğru koşup çevik bir hamleyle boynuna atıldı. Kucağına alınca babası, gözlerinin içine baktı oğlunun. Tam kendi babasının baktığı yerden baktı. Kendi annesinin sesini duyunca parıldayan gözlerini aradı belki. Ona annesi gibi bakıyordu Hidayet. Gözleriyle sesleniyordu ona. Sürekli, sana pekle yağı kardeş ettim Sadık, diyordu.



Çocuğu yere bırakınca babası, hadi gidiyoruz, dedi. Yayığın kenarında duran düğümü alıp yürümeye başladı Hidayet.

Babası çoktan ahşap merdivenleri inmiş kapının önünde duruyordu. Oğlu da gelince birlikte yürümeye başladılar.



Yolun aşağısı tarafından, sırtında tabutuyla belirdi muhtar. Sıradan bir tabuttu bu bakana. Aynı küfe gibi altına iliştirilen iki sicim sayesinde sırtlanıyordu. Sadık, muhtara doğru bakıp başıyla selamladı. Muhtarsa kan ter içinde kalmış yüzünü bir anlığına unutarak Hidayet'in başını okşayıp yanlarından öylece geçip gitti.



Ağır mı baba, diye sordu Hidayet, babasının sırtındaki tabuta bakarken. Yürüyorlardı o esnada. Önce kayısı ağaçlarının birinden ağustos böceğinin ötüşü duyuldu. Ardından o ötüşün teri saçıldı dört bir yana. Yüzüne gelen sıvıyı alışıldık bir hareketle silerken Hidayet, hâlâ babasına bakıyordu. Hayır, dedi babası. Derken biraz daha sustu. Belli ki dili gebeydi bir şeylere. Sancısı söz olmuyordu acısına. Ellerini boşver anlamında sallayıp yürümeye devam etti.



Karşıdan sırtında tabutuyla beliren Asaf'ı görünce Hidayet gülümsedi. Zar zor yürüyordu Asaf. Hidayet'i fark edince yanına doğru yaklaşıp halini hatırını sordu. Sonra da dönüp Hidayet'in babasının halini hatırını sordu. Hidayet arkadaşına doğru yaklaşıp, istersen yardım edebilirim, dedi. O an yüzü asılan Asaf, bu tabutun mezarı benim, sen değilsin, dedi. Ve kendine hızlı sayılabilecek adımlarla uzaklaştı.



Hiçbir şey anlamamıştı Hidayet. Sadece yardım etmek istiyordu. Hem babası erken öldüyse Hidayet'in bir suçu yoktu ki! Dönüp babasının sırtına baktı yeniden. Büyük annesi vardı o tabutun içinde. Bir iki kere kaldırmaya yeltenmişti ama yapamamıştı. O anlarda babası yanına gelip, bu senin yükün değil oğlum, derdi.

Derdi demesine de anlamazdı ki Hidayet.



Köyün çıkışındaki buğday tarlalarına geldiklerinde hayli geç kaldıklarını anladı Sadık. Oğlunun omuzlarına eline koyup hızlanması yönünde uyardı. Tarladakilerin çoğunun sırtlarında tabutları vardı. Ve tabutlardan görünmüyordu taşıyanlar.



Aşina olunca insan tabutların da karakteri olduğunu anlayabiliyordu. Özellikle Hidayet bunu çok iyi biliyordu. Misal, tarlanın en ucundakinin Veysel emmi olduğuna yemin edebilirdi. Çünkü tabutu da onun gibi vurdumduymazdı. Sıklıkla sırtından kayardı da son anda biri tutardı. O an Hidayet'in aklına o delici soru geldi; iyi de tabutun içindeki Veysel emmi değildi ki, nasıl onun karakteri olabilirdi?



Hidayet bunları düşünürken babası eline aldığı orakla buğdayları biçmeye başlamıştı bile. Sırtındaki tabutun ağırlığına aldırmayan Sadık, tüm iştahıyla buğdayları biçiyordu. Avuçlarının içinde biriktirdiği sapları bir süre biriktirip ardına bırakıyordu. Hidayet de ardından gelip onları bir güzel üst üste dikiyordu.



Buğdaydan tepelerin gölgesinde diğer çocuklarla oturan Hidayet, babasını izliyordu. Büyük annesinin ölümünü hatırlıyordu. Geçen seneydi. Babası hiç ağlamamış, dimdik durmuştu. Derken tabutu getirmişlerdi eve. Ve babası sırtına almıştı. Sadece evde bulunduğu zamanlar indirebiliyordu babası tabutu. Onun haricinde hep sırtındaydı.



Hatta babasının sırtına tabutu yüklerken muhtarın sözleri hiç çıkmamıştı aklından Hidayet'in;



Sen Sadık, artık kabrisin annenin!



Babasının ardında biriken sapları görünce Hidayet koşup topladı hepsini. Ve getirip buğday tepesine yığıp gölgesine oturdu. Birden aklına bir gün babasının öleceği geldi. O an içi ürperdi. Derken kendi kendine telkinlerde bulundu;



Saçmalama Hidayet, sen daha yedi yaşındasın! Bir mezar olabilecek derinlikte değilsin.



Cidden Hidayet bir mezar olabilecek derinlikte değildi. Sırtlarında kendi ailesinin ölülerini taşıyan tüm bu insanlar hayatın kazdığı ve büyüdükçe derinleşen mezarlardı.



kafkarengi


                                                               turuncu