Adımlama ritminde bir bozukluk var gibi görünse de kendi içinde bütünlüklüydü her şey. Bir sarhoşu, bezgini andırıyordu yürürken. Umursamazdı çevredekileri. Genellikle çevresine bakmadan adım atacağı yeri kestirerek yürümeye özen gösterirdi. Üzerine kimilerinin paçavra olarak gördüğü şeyler giyinirdi. Bedenini sarmalayan elbiselerinin renklerinin solgunluğu yılgın bedenine de yansımıştı sanki. İlmiklerinde içeri doğru sızan kırıcı havanın dışında, dokunmuşluğun, sarılmışlığın, sevişmişliğin kırıntılarını, usulca sızdırıyordu insanların göz bebeklerine…
Kimsenin göremediği ama onun bir bütün anı hissettiği paçavralar. Bazen kokuları başını döndürecek kadar etkilerdi onu.
Görüntüsüyle benzerlik kuramayanlar ya da ürkünç bulanlar kenara çekilirdi. Aslında korkulacak kendileriyken, yüzleşmedikleri ve içlerinde buz sarkıtlarına dönmüş duygularını bir korkuluğa giydirerek, öteye geçiyorlardı. Sözüm ona tertemiz görüntüleri onlara sunulmuş bir armağandı. Bütün armağanların içinde en değerli olan beden bezemeleri onlara üstünlük sağlarken hayat ise onlara karşılıksız armağanlar dizesi gibiydi.
Her gün yemek için bulduğu üç beş kırıntıyı, karşılık gelmese de aynı dilden, konuştuğu kedilerle paylaşırdı. Bundan dolayı, kedilerin babası derdi mahallenin çocukları ona. Kimin kedisi kaybolsa ilk sorulacak kişiydi çünkü; pusulasız eşiksiz bir mekânda yer edinmişti. Cevap alamayacaklarını bilen çocuklar soru sormazlardı. Ama çevresinde bulurlardı çoğunlukla kayıplarını.
Rivayetler vardı sadece, mahalleli arasında çeşitli rivayetler. Gece kaybolduğunu söylerlerdi. Sır olduğunu. Kimileri onun iyi, kimileriyse kötü güçleri olduğunu düşünürdü. Herkesin çekincesi bundandı.
Aslında mahalleli korkularının hamalı yapmıştı onu. Ne varsa yüklemişlerdi sormadan.
Yalnızlıklarıydı onların. Yalnızlıklarındaki, korkuları. Karanlıktı. Sırdı. Kirliydi. Ölümdü.
Kaçanın sığındığı yerdi aslında. Herkes gibi kaçanların korkularıydı.
Kaçanın sığındığı yerdi aslında. Herkes gibi kaçanların korkularıydı.
Baktığı zaman anladığını hissettirirdi herkese kendini, konuşmasa da. Karşısında konuşulanları duymazdı, okurdu gözlerinden. Çırılçıplak hissederdi insan kendini onun karşısında. Düşünü gözlerinden okurdu. Gözlerinin karasından kendi yüzünün yansıdığını gördüğünde irkilirdin sanki kendini en derin kuyuda, en yalnız, en çaresiz hallerinde görürdün.
Çocuklara karşı sevecen bir bakışı vardı. Bakışlarıyla saçlarını okşar, dudağının kenarına yerleştirdiği tebessümünü usulca iletirdi. Acısını dindirmek için çocukları izlerken, yeryüzünün en masum ve aynı zamanda en bilge varlıklarından öğreniyordu yarının kirlenmişliğini…
Caddeyi adımlamaktan yorulup soluklandığı bir anda, gözüne kuytuya sinmiş, incitilmiş, korkak bir kedi yavrusu ilişti. Acıyı bilirdi en alasından. Hissetti acıyı, izledi, dokundu sanki görerek. Ayağa kalkarak o yöne doğru usulca yanaştı. Acının korkaklığını bilirdi. Çekinmişliğini. Ürkekliğini. Usulca ağır ağır dokundu varlığına…
Önce irkildi. Şaşırdı. Alışıla gelen bir şey değildi. Yalvarırcasına bakıyordu gözlerine bir daha incitilmemek için. Baktı önce kara gözleriyle en derinine, sakinleştiğini görünce aldı kucağına sonra. Sıcağını hissetti, incinmişliğini. Kokusunu duydu, ısındı, ısıttı. Adamın bedeninin, temas ettiği her yer temizlenmeye başladı, kediciğin bedeninde. Ruhunun huzura, eriştiği anda, okşanırken yani yumuşacık beyaz tüyleri, uykuya dalma öncesi en yakın eşikte, adamın bakışları aitliğin göstergesi ismini fısıldadı...
Meşki
Picasso