Veya iyiyi, huzuru, olasılıkla mutluluk adını verdiği o gizli hazinesini bir gün bulabileceğini, o andan itibaren kendi sonrasının, hep öyle donandıklarıyla sorunsuz, oradan oraya göç etmeksizin; dikili, çakılı -veya kendiliğinden sabitlenmiş- ‘şey’leriyle devam edebileceğini sanır insan. Ama hatalıdır ki bu:
Yalan yanlış ve eksik doldurulmuş içleriyle cesetler,
arkamız mezarlığa önümüz tabuta yol!
Onun kadim yarası, kendi tarihinde ve dahi bedeninde açtığı derin yarık, uçurum. Ve dip köşesine hangi sevdayı tıkamış olursa olsun, hiç durmadan kanamaya, öfke ve irin kusarak iktidarını kurmaya hiç ara vermeyecek…
Eylemek, hakikate dokunmak ve yön vermek, bütünüyle yutmaktır ki kemiksiz olanı ve haliyle dilsiz kalmak, su gibi akmak sonra: İşte büsbütün olabildiğimiz sadece bu.
Ve unutmadan,
Zamanı tutuşturan
insanlar yok değildir.
Sabahın ilk saati ile uykuya yatıp, beşinci saati ile
alelacele kalkmak yatağından, gece uykusu aldığına inanmak ve gülümsemek. Kahve
suyunu cezveyle buluşturmak… Cezveyi
bile kıskanmak kahvesinden… Zeytini limonlamak küçük mavi bir kapta… Ululuğa
erişmiş ve kocamalığın zirvesindeki annelerin, ananelerin büyük teyze ve
kanserden ölen halaların rüyalara kolayca sızabildiklerini, bunun engellenemez
olduğunu, başın arşa değmediği ya da Zigguratın son basamağına
erişilmediği sürece bunun anlamının kolayca bilinemeyeceğini düşünmek. Bütün
büyüklükleri anmak. Onca sızıya
rağmen, boğazın düğümlerini çözmeye çalışmak el yordamıyla. Yokluğun gölgesinde
varlığa da göz süzmek. Fark etmeden sürüklenmek avare bir sabaha…
Zamanın donduramadığı bir insan yok gibidir de.
Günün sırtına binmek…
ÜçRenk Beyaz