devam ediyorum kendime
açılış
Cinneti, kırılmış saç tellerinin umursanmadığından da
anlıyoruz diye; gel şöyle oturup konuşalım biraz. Söyle, ne derdin var
söyleyelim ve acıtalım yolu
kötü bir devrimi çok uzaktan tanırsın
çocuklarını yerken ki büyük laflarından
içelim, hepsi bu
yanı sıra burkulmuş bir ayak bileğini sürükleyerek; şaraplar
ve şiirlere
esirgenmeyen sözler mi kurtarırmış ruhu
kırılma
noktasıyken her İstanbul ülkeye, kendime devam etmeliyim
tarih yüklü nesneler… uykuya yatmış bir güneş…
bir de çıt çıkmaz bir sessizlik olduğumuz zamanlar…
cümlenin içindeki gizli dünya,
ey
ruhlarını sarınmış iki insan
sonsuza kadar Marx’a kapılabilir
ya da kopabilirdik ondan
ne yapsak ne etsek duruşumuz eğreti; özlenen o dev
kalabalıktan uzakta
öznesiz
avaz avaz bağırsak da kördür ve sağır
belki de hiç göremeyeceğimiz günlerden söz
etmenin tam yeri ve zamanı;
bu çöl, bu serap bitecek. çekip gidecek
hayatın seferisi de bitecek göçebelik bir sabah kızıllığında; bu aynı toprak
yeni bir toprak olunca
içelim, söyletelim ve bırak acıtsınlar şimdi bizi
ayıklayamadığım
pirinçler
susarak
ilerlediğimiz bir resmin içinde
tıpkı düşen
yağmur gibi
düşen
akşamlar
düşen bir baş
kaybolmuş ve
ıslanmış pabuçlarıyla
yeşil koyusu
çimenlerin içinde
yenilmiş bir
grevin bezgin yüzü yüzümde
tek başıma
çiğnemek istedim vakitsizliğimizi
Ortalık Kırmızısı