Eskiden
boğulmak için sularım vardı. Şimdiyse susuzluktan boğuluyorum. Sen benim
denizimi aldın. Bir ipeği ucundan tutup yırtar gibi yırttın onu. Çölün
ortasında bir balıkçı heykeli gibi kaldım. Babam sağken, ‘dağı seviyorsan yangına
da alışmalısın oğlum’ derdi. Yangını dağdan daha çok sevdim sanırım. O zaman
anladım, sana dokunanın ateş bulaşırdı ellerine. İnsan içinde közlerle gezer
de, farkına varmazdı paçalarından dökülen külün.
‘Biz’
diye bir şey olmadı ki hiç. Sen ve başkaları oldu hep. Ben balkondan çürüsün
diye sarkıtılan çamaşır iplerine benzedim zamanla. Rüyalarımda hep ağladığımı
gördüm. Biz çoktan yitirdik o şansı. Hep ‘bende kal’ diyememenin ağrısı düştü
payımıza. Uzaklıklardan evler yaptık kendimize. Sonra o evlere gömdük
çocukluğumuzu. Deniz kıyısında delicesine koşturan atlara bakıp, nasıl da
uzaklaştığını gördüm içimdeki neşenin.
Hem
erik toplayamadığımız günleri ne çabuk unuttun. Ya çıkamadığımız ağaçları,
inemediğimiz kıyıları, mesafelerin göğsünde uyutamadığımız olasılıkları, demli
çayın buharını, gidemediğimiz şehirleri… Beraber ezbere söylediğimiz bir
şarkımız bile olmadı bizim. Hep aksak bir ağaç gibi durduk gecenin kenarında.
Bir
gün sana anlatmaktan vazgeçtim rüyalarımı. Şiirlerimi okumaktan, mektuplar
yazmaktan, her sabah senin için denizin üstüne dönen martılara bir şeyler
söylemekten, suların ortasına içinde harf kırıntıları taşıyan potkallar
bırakmaktan, begonyalı pencerelerde yıldızları saymaktan vazgeçtim. Çünkü
imkânsız bir hayaldik biz. Unutulmuş bir öyküde geçen iki küçük gözyaşıydık.
Ama ayrı ayrı gözlerden aktık hep. Başka başka eller uzandı gözaltlarımıza.
Birbiriyle hiç karşılaşmayan iki dere gibi, farklı farklı yerlerden döküldük
denize. Akıntılar seni bir uca götürdü, beni bir uca. Aramızdan tekneler geçti.
Aramızdan gemiler, tankerler, şilepler, kalyonlar. Aramızdan bizi asla bir
araya getirmeyen bir dünya.
Bazı
şeyler yaşanınca yitiriyor anlamını. Bazı şeyler de yazılınca. Ömrüm
yitirdiklerimle dolu. Hani çok istersin ya bir şeyi. Uğraşırsın, didinirsin,
geceni gündüzüne katarsın, aklın ondan başka hiçbir şeyde olmaz. Sonra bir
bakarsın ki, sen bir elinle o duvarı örerken, diğer elin o duvardan taşlar
söküyor. O zaman çözersin işte boşluğun anlamını. O zaman, o duvardaki
taşlardan biri olmak istersin sadece. Ben o taş bile olamadım. Kuyusunu kendi
elleriyle kazan Yusuf gibi, içimde dipsiz oyuklar açtım. Yazdıklarımın hiçbir
anlamının olmadığını fark ettim birdenbire. Sana yazdığım şiirleri bir kitapta
göreceğim diye mutluluktan bir kiraz ağacına dönüşmüşken, bir anda o ağaçtan
düştüğümü anladım. Ne tuhaf, o yazdıklarım o kadar uzak ki şimdi bana. Sanki
başkası yazmış onları. Sanki okurken o şiirleri, tüm bunları yaşayan ben
değilmişim gibi yabancı hissediyorum kendimi. Bir kitabın, bir insana mezar
olacağını düşünmezdim hiç. Düşünmezdim, içimde kırıldığını ağaç olsun diye
yuttuğum çekirdeklerin.
Fesleğenler
okşandıkça daha çok koku yayarlar ya, şimdi kalbime dokundukça iyice
dağıldığını fark ediyorum siyah mürekkebin. Her şeyin bir ömrü vardır diyorum.
Sonsuza kadar sürecek sandıklarımız ya da öyle olmasını istediklerimiz, bir gün
bir bakmışız ki bitmiş. Sahile vuran köpükler gibi kaybolup gitmiş kumların
arasında. Sözcüklere en çok bu yakışır şimdi; denize karşı intihar. Sözcükler
de bilmeli kendini yok etmeyi.
Sen
benim gökyüzümü aldın. İnsan göğe bakmadan nasıl yaşar ki? Başımı her
kaldırdığımda üzerime çöken siyah bir perdeyle karşılaşıyorum artık.
Kahverengi