16 Temmuz 2013 Salı

DENİZE KARŞI, SAHİBİNDEN

Eskiden boğulmak için sularım vardı. Şimdiyse susuzluktan boğuluyorum. Sen benim denizimi aldın. Bir ipeği ucundan tutup yırtar gibi yırttın onu. Çölün ortasında bir balıkçı heykeli gibi kaldım. Babam sağken, ‘dağı seviyorsan yangına da alışmalısın oğlum’ derdi. Yangını dağdan daha çok sevdim sanırım. O zaman anladım, sana dokunanın ateş bulaşırdı ellerine. İnsan içinde közlerle gezer de, farkına varmazdı paçalarından dökülen külün.

‘Biz’ diye bir şey olmadı ki hiç. Sen ve başkaları oldu hep. Ben balkondan çürüsün diye sarkıtılan çamaşır iplerine benzedim zamanla. Rüyalarımda hep ağladığımı gördüm. Biz çoktan yitirdik o şansı. Hep ‘bende kal’ diyememenin ağrısı düştü payımıza. Uzaklıklardan evler yaptık kendimize. Sonra o evlere gömdük çocukluğumuzu. Deniz kıyısında delicesine koşturan atlara bakıp, nasıl da uzaklaştığını gördüm içimdeki neşenin.

Hem erik toplayamadığımız günleri ne çabuk unuttun. Ya çıkamadığımız ağaçları, inemediğimiz kıyıları, mesafelerin göğsünde uyutamadığımız olasılıkları, demli çayın buharını, gidemediğimiz şehirleri… Beraber ezbere söylediğimiz bir şarkımız bile olmadı bizim. Hep aksak bir ağaç gibi durduk gecenin kenarında.

Bir gün sana anlatmaktan vazgeçtim rüyalarımı. Şiirlerimi okumaktan, mektuplar yazmaktan, her sabah senin için denizin üstüne dönen martılara bir şeyler söylemekten, suların ortasına içinde harf kırıntıları taşıyan potkallar bırakmaktan, begonyalı pencerelerde yıldızları saymaktan vazgeçtim. Çünkü imkânsız bir hayaldik biz. Unutulmuş bir öyküde geçen iki küçük gözyaşıydık. Ama ayrı ayrı gözlerden aktık hep. Başka başka eller uzandı gözaltlarımıza. Birbiriyle hiç karşılaşmayan iki dere gibi, farklı farklı yerlerden döküldük denize. Akıntılar seni bir uca götürdü, beni bir uca. Aramızdan tekneler geçti. Aramızdan gemiler, tankerler, şilepler, kalyonlar. Aramızdan bizi asla bir araya getirmeyen bir dünya.

Bazı şeyler yaşanınca yitiriyor anlamını. Bazı şeyler de yazılınca. Ömrüm yitirdiklerimle dolu. Hani çok istersin ya bir şeyi. Uğraşırsın, didinirsin, geceni gündüzüne katarsın, aklın ondan başka hiçbir şeyde olmaz. Sonra bir bakarsın ki, sen bir elinle o duvarı örerken, diğer elin o duvardan taşlar söküyor. O zaman çözersin işte boşluğun anlamını. O zaman, o duvardaki taşlardan biri olmak istersin sadece. Ben o taş bile olamadım. Kuyusunu kendi elleriyle kazan Yusuf gibi, içimde dipsiz oyuklar açtım. Yazdıklarımın hiçbir anlamının olmadığını fark ettim birdenbire. Sana yazdığım şiirleri bir kitapta göreceğim diye mutluluktan bir kiraz ağacına dönüşmüşken, bir anda o ağaçtan düştüğümü anladım. Ne tuhaf, o yazdıklarım o kadar uzak ki şimdi bana. Sanki başkası yazmış onları. Sanki okurken o şiirleri, tüm bunları yaşayan ben değilmişim gibi yabancı hissediyorum kendimi. Bir kitabın, bir insana mezar olacağını düşünmezdim hiç. Düşünmezdim, içimde kırıldığını ağaç olsun diye yuttuğum çekirdeklerin.

Fesleğenler okşandıkça daha çok koku yayarlar ya, şimdi kalbime dokundukça iyice dağıldığını fark ediyorum siyah mürekkebin. Her şeyin bir ömrü vardır diyorum. Sonsuza kadar sürecek sandıklarımız ya da öyle olmasını istediklerimiz, bir gün bir bakmışız ki bitmiş. Sahile vuran köpükler gibi kaybolup gitmiş kumların arasında. Sözcüklere en çok bu yakışır şimdi; denize karşı intihar. Sözcükler de bilmeli kendini yok etmeyi.


Sen benim gökyüzümü aldın. İnsan göğe bakmadan nasıl yaşar ki? Başımı her kaldırdığımda üzerime çöken siyah bir perdeyle karşılaşıyorum artık.

Kahverengi