19 Nisan 2013 Cuma

MÜNTEHİR AŞK...



                                                                         “ can çekişen aşkları da vurmalı,
                                                                            vurmalı ve sıradan bir intihar süsü vermeli.”
                                                                                                                                     Akif Kurtuluş

Canın yanıyor mu, diye sordum. Soruyu duyacak gibi değildi; gözünü oluk oluk akan kana dikmiş, dudaklarından dökülmeye meyletmiş hayret nidasını durdurmaya çalışıyordu bir yandan da. Israr ettim. Acıyor mu? Başını kaldırıp baktı, sonra kanamayı sürdürene. Hep böyle mi olur, sorusuna acele etmeden cevap verdim: Bazen. Bazen böyle olur. İkinci soru da bildikti. Ölecek miyim? Sen değil, ama bir şey ölecek, dedim sakince. Bu kadar kanayacağını düşünmemiştim, diye karşıladı beni. Kimin ya da neyin öleceğini sormayışının üzerinde durmadık. Bildiğimizi birbirimizden uzun zaman sakladığımız bir oyunun içinden geliyorduk çünkü. Ona baktığımda, bir zamanlar büyük bir sevinç olduğunu anımsamakta zorlanıyordum. Bunu yeterince düşünmüştük. Yazıklanmayı erteledim.

Kan beklediğimden çoktu. Akışı durdurmak da – artık – olanaksızdı. Kan aktı, biz izledik. Sonra ne olacak, diye sordu izleyiş olağanüstülüğünü sıradanlaşmaya bırakırken. Duracak, dedim. Bilinenin beyanıydı. Sonra, diye üsteledi. Sabırsızlanmıştı. Benden gitmeye can atışına alınacağımı düşünmüyor ya da umursamıyordu. Akış kesilecek, dedim. Kesilecek ve muhtemelen yara bir süre varlığını hissettirmeye devam edecek. İyileşir gibi olunca arada bir kaşınacak. Dayanamayıp, tırnaklayacağım, şimdiki kadar olmasa da yine kanayacak. Kendini dışarı verecek kadar kalmayınca iyileşecek. İnanmazlıkla baktı söylediklerime. Böyle mi olacak, bu kadar basit mi yani, der gibiydi. Güvensizliğinin kalkıştığını önlemesini istemiyordum.  Söylemek kolay tabii, dedim içini rahatlamak için. Bunca kolaysa, niye bu zamana kadar… Bitirmesine izin vermedim. Zor olan süreç, dedim. Gözünde güvenilir olmadığımı biliyordum, sözümü, eyleyişimi, düşünüşümü ciddiye almamayı öğrenmişti birlikte olduğumuz sürece. Kaç kez gitmesini istemiş, buna yeltendiğinde ise gidişine siper etmiştim bedenimi. Tutmadığım sözler ve vaatlerle bulandırmıştım başını aylarca. Günlerce ondan yüz çevirmiş, varlığını yok saymış, itip kakmış ve ardından adına “ aşk” demiştim. Nihayetinde de “ aşk”ı öldürüp, ona sıradan bir intihar süsü vermeye ikna etmiştim. Şimdi ölüyor ve öldürüyorduk.

Durmayacak bu, dedi. Durmuyordu da sahiden. Akıp gidişinin kırmızısıyla başımızı döndürüyor, sona erişin imkânsızlığının altını çizmek ister gibi rengini görebildiğimiz her şeye yayıyordu. Gücümüz tükeniyordu. Gücüm tükeniyordu. Cinayetin ayağına dolanıyor, dedi birden halsiz düşmüş, sararmış yüzüme öfkeyle bakarak. Geri dönemeyiz, dedim. Çok kan aktı, vazgeçemeyiz. İçten içe olanı durdurmak, benden gidişini önlemek istediğimi biliyordum. Yapmayacaktım. Bu haliyle kalışı, eskisinden daha çok birbirimizin yakasında yapışmamıza ve her fırsatta akan kanın acısını birbirimizden çıkarmamıza neden olacaktı. Hırpalayan ve hırpalanan olarak aynı kalbi bölüşemezdik.  Soluyorsun, dedi. Sesinde endişe vardı. Ona baktım, sen de dedim. Soluyorduk ve kan daha da kırmızıydı. Kendimden çok onun ölüşüne, bu ölüme onu ikna edebilmek için onca zaman uğraştıktan sonra,  şaşırıyordum. Kendine kıyan aşk, kırmızı bir denize dönüşüp beni de yutmadan ölmeyecekti. Yaşamayı ve yaşatmayı beceremeyenden alınan küçük bir intikamdı bu.

Aşkın ve ölümün renginde boğulmadan az önce, ona son kez baktım. Kendini yıkarak yenilenişini görebiliyordum. İçimden çıkıp gidişinin yaratığı boşluğa dolarken, zihnimi kaplayan o dizeyi düşünmeden edemiyordum: “ Biz kaybettik, aşk da kazanmadı.” *

* Mahmud Derviş

Üçrenk Kırmızı