“ can çekişen aşkları da vurmalı,
vurmalı ve sıradan bir intihar süsü vermeli.”
Akif
Kurtuluş
Canın
yanıyor mu, diye sordum. Soruyu duyacak gibi değildi; gözünü oluk oluk akan
kana dikmiş, dudaklarından dökülmeye meyletmiş hayret nidasını durdurmaya
çalışıyordu bir yandan da. Israr ettim. Acıyor mu? Başını kaldırıp baktı, sonra
kanamayı sürdürene. Hep böyle mi olur, sorusuna acele etmeden cevap verdim:
Bazen. Bazen böyle olur. İkinci soru da bildikti. Ölecek miyim? Sen değil, ama
bir şey ölecek, dedim sakince. Bu kadar kanayacağını düşünmemiştim, diye
karşıladı beni. Kimin ya da neyin öleceğini sormayışının üzerinde durmadık.
Bildiğimizi birbirimizden uzun zaman sakladığımız bir oyunun içinden geliyorduk
çünkü. Ona baktığımda, bir zamanlar büyük bir sevinç olduğunu anımsamakta
zorlanıyordum. Bunu yeterince düşünmüştük. Yazıklanmayı erteledim.
Kan
beklediğimden çoktu. Akışı durdurmak da – artık – olanaksızdı. Kan aktı, biz
izledik. Sonra ne olacak, diye sordu izleyiş olağanüstülüğünü sıradanlaşmaya
bırakırken. Duracak, dedim. Bilinenin beyanıydı. Sonra, diye üsteledi.
Sabırsızlanmıştı. Benden gitmeye can atışına alınacağımı düşünmüyor ya da
umursamıyordu. Akış kesilecek, dedim. Kesilecek ve muhtemelen yara bir süre
varlığını hissettirmeye devam edecek. İyileşir gibi olunca arada bir kaşınacak.
Dayanamayıp, tırnaklayacağım, şimdiki kadar olmasa da yine kanayacak. Kendini
dışarı verecek kadar kalmayınca iyileşecek. İnanmazlıkla baktı söylediklerime.
Böyle mi olacak, bu kadar basit mi yani, der gibiydi. Güvensizliğinin
kalkıştığını önlemesini istemiyordum.
Söylemek kolay tabii, dedim içini rahatlamak için. Bunca kolaysa, niye
bu zamana kadar… Bitirmesine izin vermedim. Zor olan süreç, dedim. Gözünde
güvenilir olmadığımı biliyordum, sözümü, eyleyişimi, düşünüşümü ciddiye
almamayı öğrenmişti birlikte olduğumuz sürece. Kaç kez gitmesini istemiş, buna
yeltendiğinde ise gidişine siper etmiştim bedenimi. Tutmadığım sözler ve
vaatlerle bulandırmıştım başını aylarca. Günlerce ondan yüz çevirmiş, varlığını
yok saymış, itip kakmış ve ardından adına “ aşk” demiştim. Nihayetinde de “
aşk”ı öldürüp, ona sıradan bir intihar süsü vermeye ikna etmiştim. Şimdi ölüyor
ve öldürüyorduk.
Durmayacak
bu, dedi. Durmuyordu da sahiden. Akıp gidişinin kırmızısıyla başımızı
döndürüyor, sona erişin imkânsızlığının altını çizmek ister gibi rengini görebildiğimiz
her şeye yayıyordu. Gücümüz tükeniyordu. Gücüm tükeniyordu. Cinayetin ayağına
dolanıyor, dedi birden halsiz düşmüş, sararmış yüzüme öfkeyle bakarak. Geri
dönemeyiz, dedim. Çok kan aktı, vazgeçemeyiz. İçten içe olanı durdurmak, benden
gidişini önlemek istediğimi biliyordum. Yapmayacaktım. Bu haliyle kalışı,
eskisinden daha çok birbirimizin yakasında yapışmamıza ve her fırsatta akan
kanın acısını birbirimizden çıkarmamıza neden olacaktı. Hırpalayan ve
hırpalanan olarak aynı kalbi bölüşemezdik. Soluyorsun, dedi. Sesinde endişe vardı. Ona baktım, sen de
dedim. Soluyorduk ve kan daha da kırmızıydı. Kendimden çok onun ölüşüne, bu
ölüme onu ikna edebilmek için onca zaman uğraştıktan sonra, şaşırıyordum. Kendine kıyan aşk,
kırmızı bir denize dönüşüp beni de yutmadan ölmeyecekti. Yaşamayı ve yaşatmayı
beceremeyenden alınan küçük bir intikamdı bu.
Aşkın ve
ölümün renginde boğulmadan az önce, ona son kez baktım. Kendini yıkarak
yenilenişini görebiliyordum. İçimden çıkıp gidişinin yaratığı boşluğa dolarken,
zihnimi kaplayan o dizeyi düşünmeden edemiyordum: “ Biz kaybettik, aşk da
kazanmadı.” *
* Mahmud
Derviş
Üçrenk
Kırmızı