Lorin annenin hikâyesi, Ağrı’nın
Eleşkirt ilçesinin Darboğaz köyünden Ümraniye ilçesine uzanan yaşam öyküsünü
dinlemek için yola koyulduğumda Dicle’nin cesedi Ortaköy sahiline vurduğunun haberini
almıştım. ‘’çok acı var dayanamıyorum’’ deyip
gidişinin…
Oğlu ve torunlarıyla birlikte
yaşıyordu. Eşini on beş yıl önce trafik kazasında kaybetmiş‘’hiç mi hiç sevmedik
birbirimizi’’ dediği kocasının yokluğunu
hissetmediğini söylüyordu.
Yazmasının altından, memesinin üstüne
düşen kınalı örgülerinin uzunluğu bir ömrün boğumları gibi duruyordu. Bedeninin
bezeyen tek şey boynunda ipe dizilmiş mavi boncuklarıydı. Ellerinin üzerindeki
mor çizgiler, kalın ve boğumluydu. Gözlerindeki hüzün deliciydi. Derin derin
içini çektiğinde gözleri dalıp gidiyordu…
Lorin anneyi ikna etmenin kolay
olmayacağını biliyordum. Onun için hazırlıklı gelmiştim. Okulda kadınlarla
ilgili bir ödev verdiklerini ve bu konuda da bana yardımcı olabilecek tek
kişinin o olduğunu söylediğimde. Yelkenlerini suya indirmesi gecikmedi. Okumakla ilgili hassasiyetini biliyordum
çünkü.
Oğul hepimiz
birbirimize benziyoruz. Toprak gibi, su gibi, ağaç gibi, toprağın mayası su, meyvesi ise ağaçtır her yerde. Acıda aynen
böyledir. Benim yaşadıklarımın gölgesi bile bana ağırken bir başkasına nasıl
anlatabilirim ki. Hem ne kadar zaman geçti aradan yaralarımızı tazelemekten öte
ne geçer elimize’
Sustu, göz kapaklarını yavaşça indirerek içini çekti. Sağ elini
sol avucunun içinde saklamaya çalıştı. Başını hafifçe kaldırarak gözlerini,
gözlerime diktikten sonra, derinlerden
gelen bir sesle:
‘’Hey yalan dünya! Kim derdi ki benim acılarım bir başkasına
yarasına merhem olacak madem anlatacaklarım kıymet getirecek.
Aylardan zemheri.
Rahmet bütün gücünü o kışa saklamıştı sanki. Çetin bir kış olacağı yazdan
belliydi zaten. Ayva ağaçları
meyvelerinin ağırlığından dallarını çocukların ellerine bırakmış, meşe ağaçları
ise palamutların ağırlığından toprağı öpüyor gibiydiler.
Bolluk ve bereket yerini çetin mi çetin bir kışı haber
etmişti o gün. Kış uzunluğunu pestil, ceviz, kuru dut’lu yemişler bir de(çirok)
masal anlatıcısıyla geçerdi. Öyle güzeldi ki anlattıkları tıpkı bir su gibi
uzayabiliyordu anlattıklarıyla. Ama o kış masal anlatıcısı gelmedi. Gelemedi.
İşte böyle bir kışın ortasında;
olacaklardan habersiz, elimdeki bidonlarla köy çeşmesine doğru kara bata çıka,
benden önce gidenlerin izlerini takip ederek gitmeye çalışıyordum. Çeşmeye vardığımda Feride ve gelinleri
bidonlarını doldurmuş zar zor yürüyerek evlerine doğru yol alıyorlardı.
Kurnadan aka suyun berraklığı içimi ısıtmıştı. Zemheri
ayında, avuçlayarak içtim o berraklığı. İkinciye niyetlenmiştim ki; avucumun
orta yerine inen elin ağrılığıyla dengemi kaybederek karın üzerine
yığıldım. Kafama geçirilen bez parçasıyla
bir anda her yer kararmaya başlamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki bir
eli ağzımda hissettim. Sonra karların üzerinde sürüklenerek o eve götürüldüm
İşte o gün, hayatımın bir daha eskisi
gibi olmayacağını, o beyaz örtüyle birlikte bir yanım ölüm, diğer yarımımı da kader
ve törelere teslim etmiştim.
Başımı eğmem için aç ve ussuz bırakıldım kırk gün, ailemle
görüştürmediler beni. O dönemde babamın
beni geri almak için devlet kapısını aşındırdığını sürekli ağladığını yıllar sonra
da olsa öğrendim. Öğrendim de ne oldu sanki. Hiç affetmedim kendisini sonuçta o
da beni terk etmişti.
Evliliğim boyunca ne kadınlığımı anladım ne de bir anne
olmayı. Koca kırk yılın içine sekiz çocuk, sayısız dayak, küfür ve hakaretler
gördüm. İlk çocuğumu kucağıma aldığım gün ölümü uzağıma düşürdüm nefretim ise
kızımın sesiyle kaybetmiştim. Bir kız çocuğu doğurduğum içinde korkuyordum. Ya
kaderi benim çizgime düşerse. Bizim oralarda bir söz vardır’’ ön tekerlek
nereye giderse, arka tekerlekte oraya gider’’Peşimden gelmesin istedim
benzemesin buralara, okusun, gün görsün, sevsin, sevilsin…
Her gece ellerim gökyüzüne doğru açarak o koca boşluğa
yalvarıyordum. Kördüğüm haline gelen kaderimi ölümle değiştirmek istiyordum.
Allahın her günü lanet okuyordum kaderime ve yaşadıklarıma.
Ben o eve gelin değil
ömrü alınmış biri olarak girmiştim. Düğünüm de tıpkı bir ölünün kırkı çıkar
gibi kırk gün sonra yapıldı.
Biliyor musun bir daha öyle bir kış yaşanmadı o köyde. Ama benimle
aynı kaderi paylaşan kadınlar çok oldu.
Gelin gittiğim evin üç yetimi vardı. Üç kız kardeş. Babaları
askerde hastalanıp ölüyor. Dıyrabekirde
defnediliyor. Anneleri ise töreden kaçıyor. Elazığlı bir adama varıyor. En küçüğü
Dilan altı yaşında. Kocaman iri gözleriyle bakıyor bana. Nereye varsam peşimde.
Evliliğimin üzerinden ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyorum bir gün ahıra giderek
kendimi asacaktım. Bir baktım karanlıkta kısık kısık ağlayan biri. Baktım ki
Dilan duvarın dibinde korkuyla bakıyor bana. Anlamıştı o küçücük yaşıyla. Çok dokundu o hali bana. Şimdi bile
gözlerimin önünde. O günde gidemedim…
Ah oğul! Yoksulluk ne meret şeydir bilmiyorsunuz. Ne bilin
ne de yaşayın isterim zaten. O üç yetim kardeşin bellerine dolanan kalın bezlerin
nedenin öğrendiğimde acım utancımı geçmişti, az yesinler diyeymiş. İnsanlık
mıydı bu sorarım sana. Fakirlik toprağa, havaya, suya her yerimize bulaşmıştı
sanki. Hem törelerin ağırlığı hem de yoksulluğun kollarında çırpınıp durmuşuz.
Ve bu bizim kaderimizmiş…
Şehirli insanlar bana ‘’neden bu kadar çocuk doğurdun’’ dediklerinde. İçim hep acıdı. Bir de
çocuklarımı hep utandı bu durumda. Kaç kardeşsiniz diye sorduklarında kızları
eksik saydıklarını da biliyorum. Kim kimin nedenlerini bilir ki. Biz cahildik.
Ya onlar?
Dilan’ı ben büyüttüm. Çocuğum gibi sevdim kolladım. Hiç
konuşmadı. Nedenini hiç sormadım çünkü biliyordum nedenini. Hiç zorlamadım onu.
Yıllar sonra duydum ki annesin görmeye gitmiş. O gün ses
etmiş acılarına…
Diyorsun ki: ben bir çeşmeyim suyun nerede
Diyorsun ki: ben bir dağım karın nerede
Diyorsun ki: ben bir çölüm kervanın nerede
Diyorsun ki: ben bir insanım vicdanın nerede
Lorin anneye hiç soru sormadım. Sormadım. O hikâyesini
anlattı ben not düştüm. Sekiz çocuğun altısı kız ikisi erkek. Ne tesadüf ki üç
kızı da kaçarak evleniyor. ‘’Sevdiklerine vardılar’’ diyordu. Kadınlar her acıya katlanıyor ve bu
da onları bizden daha güçlü kılıyor galiba. Bir erkek olarak varlığımdan
utanıyordum üstüne üstlükte korkağın tekiydim.
Avucundaki siyaha dönmüş kınadan öperek vedalaştım Lorin
Anneyle.’’bu yola göz koy, unutma bizi emi’’ dediğinden beri, bu hayatı eksik
soluyorum. Huzursuz, kıyısız ve renksizim.
Not: Öyküdeki kişi ve yerlerin gerçekle ilgisi vardır.
Soluksuz Gri